Geçenlerde “Yürümek yaratıcılığı nasıl tetikliyor?” diye bir yazı okudum. Bir kentte ya da patikada yürüyüşe çıktığımızda vücudumuzda gerçekleşen kimyasal değişimlerden ve bu değişimlerin düşüncelerimizi ve duygularımızı nasıl olumlu etkilediğinden bahsediyordu. Evet doğru, ben de bu sebeple sık sık yürüyüşe çıkarım çünkü “bir şeylerden” kaçmak için başvurabileceğim en kolay ve zararsız yöntemdir. Ama bir sorunum var, ben yaşadığım şehirde yürüyüşe çıkınca yaratıcılıktan ziyade öfkeyle dolu bir şekilde eve dönüyorum, -ya da her nereye döneceksem. Bu öfke sadece bana mı özgü? Yaşadığım şehri mi suçlamalıyım? İnsanları sınırlı mekanlarda kişisel alan bırakmaksızın yaşamak zorunda bırakan emek ilişkilerinin tarihsel süreçlerini mi sorgulamalıyım? Emin olamıyorum.
Sabah uyandım. Neden evden çalışamıyorum? Bilmiyorum, öyle istediler. Hızlıca hazırlanıyorum, zaten en az 20 dakika geç kalacağım yine. Yola çıkıyorum, toplu taşıma kartımı hızlıca dokunabileceğim bir cebime koyuyorum, kulaklığın şarjını kontrol ediyorum, müzik açıyorum ve apartman kapısından çıkıyorum.
Yaşadığım semtin en kalabalık caddesine çıkıyor yolum, sandviç ya da meyve alacağım ki yolda yürürken kahvaltı aradan çıksın. Zamanım benim değil, kimin onu da bilmiyorum. Yine de, durup sakince bir köşede oturup bir şeyler yiyecek dakikalar bulamıyorsam, zaman da benim değildir herhalde. Bu caddede yürümek çok zor, çünkü kaldırımlar kalabalığı taşıyamıyor. Sabah ve akşam saatlerinde hem araç hem de yaya trafiği var. Tamam diyorum, biraz yavaş yürürüm. Ama derdim burada bitmiyor. Bir kilometreyi geçmeyen caddede yaklaşık üç aydır süren ve bir türlü tamamlanamayan yol ve kaldırım çalışmasının çamuruna ve tozuna maruz kalırken buluyorum kendimi. Alerji ilaçlarımı düşünüyorum, yanıma aldım mı yoksa evde mi kaldı? Biraz daha ilerliyorum, yeni döşenmiş kaldırımların üzerinden yürüyebildiğim noktalar var. Tam huzura kavuştum dediğim noktada birden yeni apartman inşaatının şantiyesinin barikatlarıyla kaldırım dışına atılıyorum yine.
Son bir haftada en az üç kere bir aracın çarpma ihtimaliyle karşı karşıya kaldım. Bir şekilde kurtarıyoruz kendimizi galiba, yoksa bu da mı şans (bakınız: Şans Eseri Yaşamaların Ülkesi)? Ne zaman dar bir sokağın caddeye bağlanan kıyısında durmuş karşıdan karşıya geçsem, genişçe bir ticari aracın arkasından ne hızla geldiğini bilmediğim bir motor çıkıyor karşıma. Artık alıştım, önce ticari aracın durduğundan ve üzerime sürmeyeceğinden emin oluyorum. Sonra kafamı biraz uzatıp onun sağına soluna hızlıca bakış atıyorum. Motor yoksa geçebilirim, varsa bekleyen büyük aracın şoförünün bana yansıttığı duygu durumuna göre geri adım atacak ya da olduğum yerde bekleyeceğim. İlkini yapmayı hiç sevmiyorum.
Bir şekilde ofise varıyorum ve öğle arasında biraz kendi kendime kalmak üzere yürüyüşe çıkıyorum. Bu sefer bir noktadan başka bir noktaya varma amacım yok sabah olduğu gibi. Gezinmek istiyorum, kendi başıma kalmak ve müzik dinlemek gayesindeyim. Yine yaşadığım mahalleden hiç farklı olmayan şantiyeler karşılıyor ilk adımlarımı. Kaldırımlar dar ve merdivenler kırık dökük; asfalt yoldan yürümek durumunda kalıyorum ara ara. Sökülmüş taşların ve çökmüş asfatın çamuruna bulaşmamak için adımlarımı yamultuyor, büyütüyor, küçültüyor ve kendi isyancı temposunda ilerletiyorum. Sakinleşemiyorum, geçmişime kızıyor ve geleceğime umutsuzca bakıyorum. Sakinleşmeyi umarken, kavga senaryolarına sürükleniyor, çamurlu su sıçratıp gözden kaybolan araçların arkasından bağırırken buluyorum kendimi. Tam o sırada dev bir otomobil olağan gücüyle kornaya basıyor arkamdan, korna sesinin bir çevirisi olsaydı şu olurdu: “yana kay yoksa ezeceğim!”
Mesainin bitimine dakikalar kala yeni bir iş vermek için odasına çağıran yöneticime pasif agresif, anlamsız ve örgütsüz protestolarda bulunuyorum topuk seslerimle. Saat altı oluyor, arkadaşlarımla buluşmak için bir metroya atlayıp öylesine bir sokak barına doğru ilerlemeye başlıyorum. Araçlara kapalı bir yolda karşıma yine motorlar, delidolu zikzaklar çizen elektrikli scooterlar ve mal taşıyan kamyonetler çıkıyor. Daracık kaldırımların bazılarında dükkan sahiplerinin öylesine attığı sandalyeler ve depoya bir türlü taşınamamış mallar adımlarımın yönünü ve büyüklüğünü belirlemede hep benden daha etkili oluyor. Durmaksızın sağa ve sola ve sağa ve sola ilerliyor, yayalara özel bir sokakta araçların geçişini bekliyor ve ezilmemeye çalışırken gergin adımlar atıyorum.
O esnada gelip yanıma oturan arkadaşlarım, giyim tarzından ve saçlarından dolayı gün içinde defalarca genel bilgi taramasına maruz kaldığından bahsediyor. Sokakta dolanırken, kolluk kuvvetleri birilerinin tekin olmadığına kanaat getirip durduruyor. Bu benim başıma nazaran daha az gelen bir durum. Aklıma evimin yan sokağındaki kıraathane geliyor. Çağrışım olsa gerek. Kaldırıma koydukları iskemlelere oturup gün boyu gelen geçene yargılayıcı gözlerle bakan bu dayı kültüründen nasıl etkilendiğimi düşünmeye başlıyorum. Giydiğim kıyafetlerin eve hangi yoldan gittiğimi belirleme potansiyeli beni artık şaşırtmıyor.
En son ne zaman kaygılanmadan yürüdüğümü hatırlamıyorum. Yürüyüşlerime yönelik anılarım, kulaklığım kulağımda kendi düşüncelerime dalmışken birinin omzuma “dokunup” bana ilgilenmediğim bir siyasi parti broşürü vermesi, korna çalan camı filmli arabalar, üzerime süren hırslı şoförler, elindeki poşetleri dizlerime vuran dikkatsizler ve nicesinden oluşuyor.
Halbuki kafamı kaldırıp binalara ve gökyüzüne bakmak istiyorum, gökyüzünü kaplayan binaları sonra konuşuruz. Yürüyemediğim bir şehirde nasıl ikamet edebilirim, artık kestiremiyorum. Yürümek bana iyi gelmiyor, sadece daha stresli, daha öfkeli ve yorgun oluyorum. Günün sonunda tetiklenen bir şey varsa o yaratıcılığımdan ziyade kaygı ve öfke problemlerim oluyor.
En temel hareket haklarımızdan biri olan yürümenin bu denli kısıtlanmasına şerhim var. Kalabalık bir şehirde yaşıyor olmamız, savruk savruk yürüyemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Burada işaret edilmesi gereken pek çok politik olgu ve kurum olabilir, plansız nüfus hareketliliği politikaları, kent politikaları ve rant gibi. Sorumlu tüm siyasi aktörler, adımlarımızı rahatça sağa, sola, ileriye ve geriye yöneltmemize bir engel kalmayana değin hesap vermelidir.