Polonezköy Wita Was: Ölülerden Neden Korkarız?

“Arınç, İstanbul’un Beykoz ilçesinde bulunan Polonezköy’ün yeşiliyle, festivalleriyle 600 yıllık dostluğun sembolü olarak ‘Polonezköy wita was (Polonezköy’e hoş geldiniz)’ tabelasıyla konuklarını karşıladığını söyledi.”

İstanbul’da 2. senemi doldurmaya yaklaşırken hala bu şehri adım adım tanımaya, tanıdıkça tekrar tekrar şaşırmaya devam ediyorum. “Burası neymiş ya, burayı da görelim!” diyerek gitmeye karar verdiğim, kafamda İstanbul küçük burjuvasının hafta sonu sayfiye mekanı olarak kullandığı uğrak noktalardan biri olarak yerleşmiş Polonezköy’e gitmeye karar verdiğimde köye dair yaptığım küçük çaplı araştırma da benzer şekilde beni oldukça şaşırtmıştı.

Yazının girişinde yer alan, dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın 2014’te Türkiye-Polonya İlişkileri Sempozyumu’nun açılış konuşmasında sarf ettiği konuşmaya dair haberde yer alan bu detay aslında Polonezköy’e dair şaşkınlığıma sebep olan unsurları içeriyor: Türkiye ile Polonya arasında bir dostluk hikayesi.

Hikaye 1795’te Polonya devletinin Rusya, Prusya ve Avusturya tarafından bölünerek işgaliyle başlıyor. Bunun üzerine Osmanlı ile ittifak kuran sürgündeki Polonya prensi Adam Czartoryski, İstanbul’a gönderdiği general ve aynı zamanda yazar Michal Czajkowski’ye Şark Ajanlığı olarak da anılan İstanbul temsilciliğini kurduruyor. Czajkowski’nin asker ailelerinin barınması için Çingene Konağı olarak bilinen 5000 dönümlük araziyi Lazarist papazlardan kiralaması ile bugün Polonezköy adıyla bildiğimiz yerleşim kurulmuş oluyor.

Bu hikaye, İstanbul’da görmediğim herhangi bir yeri görmeye karşı olan isteğimi bir anda üst seviyeye çıkarmış ve Polonezköy’e yapacağım küçük geziyi tarihi bir niteliğe kavuşturmuştu. Ve işte, gerçekten de Polonezköy’ün girişinde bir dostluk nişanesi gibi Polonezköy Wita Was tabelası dikiliyordu.

Hani senaryosu klişelerden çok da kopamayan bir film izlerken bazı noktalarda gelen bir his vardır. Ana karakter birazdan bir kahramanlık yapacak, ya da iki baş rol oyuncusu birazdan öpüşecek, bilemedin o uçarı serseri karakter filmin sonunda kesin ölecektir. Girişte gözüme sokulan bu dostluk nişanesi bende bu hissi uyandırdı. Zira her şey bu kadar kusursuz olamazdı.

“Czajkowski daha sonra koşulların gereği olarak İslam dinine geçerek Mehmet Sadık Paşa isim ve rütbesini aldı.”

Bu cümle, Zosia Teyze’nin Anı Evi’nde edindiğim tanıtım broşüründen bir alıntı (itiraf etmeliyim ki yukarıda Polonezköy’ün tarihçesini özetlerken de bu broşürden fazlasıyla yararlandım). Eğer bir arada yaşama mevzusuna biraz olsun benzer pencerelerden bakıyorsak, bu cümlede benim kulağımı tırmalayan şeyin sizin kulağınızı da tırmalayacağına inanıyorum: Koşullar gereği.

Bu koşulların ne olduğunu biraz daha açmak için gelin Zosia Teyze’nin evinde olup biten -ya da bir başka açıdan öylece ayakta duran- tarihi arkamızda bırakıp Polonezköy Hıristiyan Mezarlığı’na doğru ilerleyelim. Ne göreceğimizi, Erenalp Büyüktopcu’nun yine arete’de yayımlanan şu yazısındaki iki cümlesi kafamda yankılanarak tahmin ediyordum aslında:

“İstanbul’un azınlık mezarlıklarına randevusuz ve izinsiz girilemediğinin de bilincindeyim. İstanbulluların gündelik hayatında mecburen birer kara kutuya dönüştürülen bu mezarlıklar, muhtemelen bu farkındalığımdan dolayı zihnimde kamusal mekan seçeneği olarak bile belirmedi.”

Evet, bildiniz. Koşullar gereği kilitli kapılar. Her ne kadar bir şekilde ayakta kalmışlarsa da yalnızca ayakta kalmalarına izin verilmiş bir komünitenin nişanesi olarak ölülerini ve onların ebedi istirahatgâhlarını yağmadan koruyan kalın zincirler ve asma kilitler. Aksi halde konuk oldukları ve uğruna kan dökmedikleri bu topraklarda onları rahat bırakmazlar diye konulmuş demir bir bariyer.

Beni pek de şaşırtmayan bu manzaraya uzun süre takılmadan Polonezköy Tabiat Parkı girişine doğru yürümüştüm. Şehrin nefes alınacak nadir alanlarından birine gelmişken güzel bir yürüyüş iyi gelecekti. Bu esnada kafamda beliren ise evimin yakınında bulunması sebebiyle sık sık önünden geçtiğim Pangaltı Latin Katolik Mezarlığı olmuştu. Belki yüzlerce kez önünden yürüyüp gitmiş, yalnızca tek bir sefer, muhtemelen bir cenazenin hemen sonrasında ya da hemen öncesinde kapısını açık görmüştüm. Acaba Kurtuluş Kurtuluş olmadan, yani semt henüz Tatavla’yken de bu mezarlık böyle yoğun güvenlik önlemlerine ihtiyaç duyuyor muydu?

Zosia Teyze’nin Anı Evi’nde bir soy ağacı var. Polonezköy’deki Polonya kökenli nüfusu kuruluşundan itibaren özetleyen bir soy ağacı. Bu soy ağacının günümüze uzanan dallarına, bu dallardaki Polonya izi taşımayan isimlere bakarken şunu düşündüm: Kapısına kırk kat kilit vurulmuş bu mezarlıklara defnedilmiş insanlar burada doğmuş, burada yaşamış, burada ölmüşler. Tıpkı bir zamanlar en azından ayda bir karşımıza çıkan “Yeşilçam’ın Ermeni olduğunu bilmediğiniz oyuncuları” listelerindeki isimler gibi.

Evet, belki çoğumuzdan daha fazla buralılar (hadi kızmayın diye kendimi öne atayım, benden fazla buralı oldukları kesin). Nasıl oldu da onların yabancı olduğuna karar verildi ve kim onlara makul sınırlar çizme haddini kendinde gördü? Kim, burada yaşayabilirsiniz ama biz gibi davranmak zorundasınız diye salık verebildi?

Niyetim elimde bir arananlar listesi ile sorumlu aramak değil elbette. Arete’yle yola çıkarken temel amacımız olan şeye kalkışıyorum ve bu durumu, eğer şu ana kadar farkında değilseniz, şu andan sonra sorgulamanızı istiyorum. Aynı şehirde Müslüman mezarlıklarına rahatça girilebilirken Katolik yahut Protestan mezarlıklarının kapı duvar olması normal değil. Aynı ülkede İslam dini bayramlarının biz, diğer din bayramlarının siz diye kutlanması normal değil. Ancak bunları absürt bulabildiğimiz ölçüde değiştirebileceğiz ve ancak bu şekilde herhangi bir etnik unsuru ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürmeden birlikte yaşayabileceğiz.

Tayfun Tatar

Tayfun Tatar

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.