Edebiyat 101: Her Düğünde Damat, Her Cenazede Ölü

“Küçük burjuvaların temel niteliği kendisinin bir tek, eşsiz olduğuna inanmasıdır. O nedenledir ki hiçbir törenden eksik olmaz. Bütün düğünlerde damat bütün gömmelerde ölü olan odur.”[1]

Aralık 2022 yılında arete’de yayımlanan “Travmalarınızın En Estetik Hali: Sanatta Şiddet Pornografisi” yazımda acıdan ve travmalardan sanat devşirmeye ve bu yoldan hayatını kazanmaya çalışan sanat pazarlayıcılarını eleştirmiştim. Ancak bu güruhun cüret edebileceklerinin ne denli sınırsız olduğunu doğrusunu söylemek gerekirse bu yazımı yazarken dahi tahmin etmemiştim.

Depremin henüz dördüncü gününde, insanlar yakınlarının enkazı başında umutla beklerken Gazete Oksijen’de yüzleştim ilk olarak bu had bilmezlikle. Pek çoğunuzun gördüğünü tahmin ettiğim içerik, “Fotoğrafın dili yoktur, konuşmazlar. Ama istedik ki bu kez sesleri duyulsun. Sözü işin üstatlarına bıraktık.” diye sunulmuştu. Medyaya yersiz ve istismarcı şekilde servis edilen bir fotoğrafı nasıl daha yersiz ve istismarcı şekilde kullanabilirim diye kafa patlatan bir grup edebiyatçı, kızını daha birkaç gün önce depremde kaybeden babanın fotoğrafına hikayeler düzüyorlardı. Bu, tam da Adorno’nun “barbarca” olarak nitelendirdiği “felaket sonrası sanatının” bir örneğiydi. Acı çekmiş insanlar, o acıyı yaşamamışçasına basit bir estetik nesneye indirgenmiş ve bir meta haline getirilmişti.

Ancak tabii ki bu edebiyatçılar yanılıyordu ve onların bir içerik malzemesinden öte görmediği bu fotoğraftaki kişi gerçek bir acının temsilcisiydi. Bu acının toplumsal boyutta olmasının da etkisiyle içerik sosyal medyada kısa sürede yoğun tepki gördü ve özellikle Twitter üzerinde Gazete Oksijen’in içeriği kaldırması gerektiğine dair bir kamuoyu oluştu. Bunun üzerine mevzubahis yazarlardan bir kısmı geri adım atıp özür dilediler. Bu, içerik fikrinin oluşumu, editöryel süreçler, redakte, son okuma gibi aşamaları en iyi ihtimalle saatler süren bir süreç boyunca “Ben ne yapıyorum?” diyemedikten sonra benim gözümde yetersiz, fazlasıyla geç kalınmış bir özürdü. Ancak yazarlardan bazılarının kendisine gelen tepkilere saldırır minvalde açıklamaları özür dileyen edebiyatçıları kantarda hafif gösterdi.

Yine de, iyi tarafından bakarak, kamuoyu tepkisinin bu konuda beklediğimden fazla olması bana bu olayın burada kapanacağı ve devamının gelmeyeceği hissini vermişti. Ancak ilerleyen günlerde yeni örneklerle karşılaşmaya devam ettim. Bir başka gazete haberi, “yaramıza pansuman niyetine” acımızı azaltacak kitaplar, asla pes etmemek temalı filmler, iyi gelecek podcastler öneriyordu.

Sınırımı aşıyor gibi görünmek istemeden söyleme gereği duyuyorum: Tabii ki böyle süreçlerde kitaplarla, filmlerle, podcastlerle acınızı dindirebilir ya da geçici süre de olsa azaltabilirsiniz. Ancak enkaz altındaki sevdiklerinin sesini duymayı bekleyen insanlar varken “vazgeçmemeyi” öneren filmleri listeleme peşine düşmek, sanatçılık değil pazarlamacılıktır. Daha teorik bir temele dayandıracak olursak da bu, yukarıda Adorno’nun “barbarca” olarak nitelendirdiği felaket sonrası sanat uğraşlarının bir diğer çeşidinin, yani felaket hiç yaşanmamışçasına davranmayı ve felaketin hayatın doğal akışındaki tüm izlerini yok saymanın kusursuz bir örneği olarak değerlendirilebilir.

Ancak sevgili yazar Ayşegül Devecioğlu benimle farklı düşünüyor olacak ki yukarıdaki örnekleri gözlemledikten kısa süre sonra yazarın Bianet’te bu içeriklere tepki gösterenleri azarladığı bir yazısına denk geldim. Yazısında gördüğüm kadarıyla tanrıcılık oynamak isteyen bu yazarımız tepki gösterenlerin edebiyatı bilmediğine kani olmuştu. Çünkü onun küçük burjuvalığı kendisinin biricikliğine, ürettiği sanatın da kutsal bir merhem olduğuna kendisini inandırmaya yetip artıyordu. Yazar, küçük burjuvalığın verdiği bu güce dayanarak arkadaşlarının işlediği “suça” katılıyor ve edebiyatçıları tam da bu zamanda edebiyat yapmaya davet ediyordu.

Ne yazık ki ben yazara ne “suç” konusunda ne de “edebiyat” konusunda katılabileceğim. Nitekim vicdan pornosundan başka bir şey olmayan, on binlerce insanın acıları üzerinde tepinerek etkileşim peşinde koşturan bu insanların “suç” işleme riskini göze alabileceklerine, böyle bir sürecin faillerini hedef alabileceklerine (buradaki örnekte olduğu gibi) en ufak bir ihtimal vermiyorum.

Demek istediğim böyle bir dönemde edebiyat, yahut sanat, yapmamak gerektiği de değil anlayabileceğiniz üzere. Yalnızca edebiyatın kurbanı estetize ederek, acıyı metalaştırarak yapılamayacağını söylemek istiyorum. Çünkü edebiyat, ya da genel anlamıyla sanat, vicdan masturbasyonu seviyesine düşürüldüğü sürece neoliberal kurgulardan fazlasını veremeyecek. Oysa faili işaret ederek yaşananların tekrar yaşanmasının önüne geçebileceğini anlatmak mümkün, kaldı ki bu da Adorno’nun felaket sonrası sanat üretimi için önerdiği üçüncü yolu oluşturuyor.

Sıradan günlerde pek alışkanlığım değildir, ama bu süreçte bolca ana akım haber programlarını izledim. Çarpıcı bulduğum, şoka uğradığım pek çok yanı oldu “felaket haberciliğinin” ancak aklımda en berrak haliyle kalan tek bir an vardı. Depremin 5. gününde enkazdan sağ çıkarılan bir çocuk ambulansa taşınırken Hande Fırat’ın alandaki muhabir ve kameramanı iyi görüntü almaları için sıkı sıkı tembihlemeleri. İşte acıyı anlatırken failine dokunmayan sanat bu kadar çiğ görünüyor.

Peki ne yapmalı? Eğer sevdiklerini böyle bir felakette kaybetmenin acısını “başına kül dökmek” kadar yalın ve çarpıcı şekilde anlatacak kadar usta değilsek, yeri geldiğinde susmayı da bilmeli.


[1] Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi, Maksim Gorki

Tayfun Tatar

Tayfun Tatar

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.