Popüler kültür dergilerinin ilk ivme kazandığı dönemde oldukça sık tartışılan bir konu vardı, yakından takip edenler anımsayacaktır. Bu dergilerin her ay bir ünlü ölümünü romantize etmesi ve yapış yapış bir edebiyatla (tabii bir de bardak altlıklarıyla) prim yapması o dönem fazlasıyla tepki çekiyordu.
Ben kendi adıma, kanıksamaktan mıdır bilmem, bir zamanlar buna ne kadar kafayı takmışsam da artık her gördüğümde bir o kadar umursamaz davranabiliyorum. Belki de bu popüler kültür dergileri doğal sınırlarına ulaşıp çemberlerine dahil etmek için yeni insanları rahatsız etmeyi bıraktığı için ilgi (ve hedef) alanım dışında kalıyorlar.
Ancak bu konuya paralellik gösterdiğine inandığım bir konu var ki beni oldukça rahatsız ediyor. Bu rahatsızlığımı yakın dönemde en zirvede yaşadığım gün 13 Kasım Pazar günüydü. Kadıköy’de buluştuğum yakın bir arkadaşımla vedalaştıktan sonra metrobüse doğru yürürken arka arkaya gelen “İyi misin?” telefonları ve mesajları ile İstiklâl’de bir patlama olduğunu öğrenmiş, Taksim’e yakın sayılabilecek evime kendimi biraz da çekinerek atmıştım.
Olayın üstünden çok da süre geçmeden, henüz ben o (maalesef) tanıdık şoku üzerimden atamadan iki farklı çizerden iki paylaşım gördüm. Bunlardan ilki, İstiklâl Caddesi tabelası üzerine “İstik” kısmını kapatacak şekilde sıçrayan kan lekesi ile kelime oyunu yaparak “lâl: dili tutulmuş olan, konuşamayan kimse” şeklinde açıklama veriyordu. İkincisi ise patlamada hayatını kaybeden bir bebeğe ait bebek arabasının üzerine “melek halkası” çiziyordu (ilgili çizimleri bu tweette görebilirsiniz). Bu soğukkanlı etkileşim simsarlığı karşısında kanım dondu.
Nasıl ortalama bir bireyin hissettiği “onaylanma” güdüsü sosyal medyada karşılığını etkileşim alma ihtiyacı olarak bulduysa, sanatçıların ya da sanat pazarlayıcılarının da sosyal medyadan beklentisi olabildiğince beğeni, olabildiğince etkileşim. Bunu anlamak bir noktaya kadar mümkün olabilir. Ancak travmatik olay ve durumları estetize ederek bu beğenilme hazzını gidermeye çalışmayı patolojik olarak görüyorum.
Rahatsızlığımı bir iç dökme gibi mi yazsam, bazı kuramsal temellere dayandırmayı mı denesem uzun süre ikilemde kaldım. Çünkü “sanat” etiketiyle sunulduğunda eserlerin bir kesim tarafından nasıl bir cam fanus içerisine alındığını biliyorum. Nitekim bunu yukarıda bahsettiğim olaydan çok kısa bir süre sonra çok benzer bir örnekte yeniden görme şansım oldu. Konya’da bir barınakta hayvanlara yönelik şiddet görüntüleri ortaya çıktıktan sonra bir başka çizer, ortaya çıkan görüntülerin en vurucu (travmatize edici) anını seçerek kısa sürede reaktif bir çizim paylaştı. Çizime gelen tepkileri takip edebildiğim kadarıyla yukarıda bahsettiğim “romantize etme” çabasından bezmiş pek çok insan vardı. Çizerin buna cevabı ise “İmgenin etkisinin kendisinden güçlü olduğu” yönünde oldu.
Şimdi bu ifadeyi ele alalım. İmgenin etkisi kendisinden güçlü müdür? Ben açıkçası bu yaklaşımı Amerikanizasyon etkisiyle bir furya haline gelen reality show kültürüne benzetiyorum: Her şey bir şovdan ibarettir ve çerezinizi alıp karşısına geçip izlemeye değer. İnsanların nasıl kilo alıp verdiklerini, kimlerin kimlerle evlenmeyi tercih ettiğini, mahkeme salonlarında tartışılması gereken süreçlerin nasıl medyaya aksettiğini izleyebiliyorsak; bir patlamada hayatını kaybeden insanlar, bir barınakta acımasızca öldürülen hayvanlar, hatta bir başka örneğe gidecek olursak İzmir depreminde enkaz altından canlı çıkarılan 4 yaşında bebek neden bizim estetik zevkimizin bir parçası olmasın ki?
Gerçek çarpıcı, hatta acımasız olabilir. Sanatın gerçekten “kaynaklandığı” da doğrudur. Ancak sanatın çıplak bir gerçekliği yeniden üretmesi düpedüz şiddet pornografisidir. Zira Baudrillard’ın ifade ettiği gibi pornografi, “görülebilirliğin acımasız şeffaflığının müstehcenliği”dir. Bunu ahlakçı bir yerden söyleme gibi bir niyete çok uzak olsam da sanatçının şiddet içeriğini pornografik şekilde sunuşunu ne yazık ki etikle bağdaştıramıyorum.
Bu içeriği “etik” bulmamamı biraz açmam gerekiyor tabii. İlk olarak, verdiğim bütün örnekler reaktif üretim yapmanın daha kolay olmasından kolayı çizerlere yönelik olsa da sanatçıların sıra dışı (mucizevi yahut travmatik) olaylara reaksiyon göstermek zorunda hissetmesinin kendilerine kutsal bir görev bahşetmelerinden kaynaklandığına inanıyorum. Öyle ki herkesin gündeminde yer alan bir konuda fikir belirtmemek, ki bu bir sanatçı için içerik üretmeye karşılık gelir, onların kutsallığını zedeleyecekmiş hissi uyandırıyor. Ne var ki bu tanık ol-üret süreci insanı duygusuzlaştıran bir metalaştırma çarkı. Üstelik metalaştırılan da insan hayatının kendisi.
Sanatın insanı konu aldığı doğru (İnsanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatı tiyatroydu değil mi?). Ancak sanat bunu insanı metalaştırmadan, bir yeniden üretme sürecine sokarak yaptığı noktada sanat olur. Aksi şekilde yapılan her üretim, iyi niyet içerip içermediği fark etmeksizin, şiddet pornografisidir. Bir travmayı yeni atlatmış kamuoyunu buna maruz bırakmamak da “erdemli sanatçının” değil, etik ilkelere sahip her bireyin sorumluluğudur.
- Baudrillard, J. (2004). Tam Ekran (Çev: B. Gülmez). İstanbul: YKY.