Bayram tatilinin hafta içini tam ortadan bölmesiyle gerçekleşen dokuz günlük tatil ilanı sonrası çalışanlar normal şartlar altında mesaiye hapsolacakları saatte kamusal alanlarda bulunabilme fırsatı yakaladı. Tabi hepimiz biliyoruz bu tatillerin de üretimin ve tüketimin kendisine yönelik olduğunu. Adorno, bilinçli ve bilinçsiz bir şekilde boş zamanı, tükettiğimiz iş gücümüzü yeniden toparlamaya yönelik bir fırsat olarak kabullendiğimizden dolayı boş zamanın çalışmanın bir uzantısı olduğundan bahseder. Öte yandan, zaten o boş zamanı değerlendirmek için ne yaparsak yapalım hep bir kârın üretilmesinde payımız olur.
Hadi Adorno’nun söylediklerini kabul edelim ve bir şu dokuz günlük tatile yakından bakalım. Ben gücümü yeniden toplamak için kentte kalmayı tercih ettim. Ne saatlerce sürecek trafiğe hazır hissettim kendimi ne de “çok eğlenmeliyim” mottosuyla çıkılacak bir seyahate. Biraz öylece durmak, ailemle ve dostlarımla olduğum yerde vakit geçirmek, yakın çevremdeki kedilere göz kulak olmak ve mesai saatlerinde yürüyemediğim sokakların tadını çıkarmak istedim. Bu yüzden çokça sevilen sahil kasabalarındaki neredeyse tamamı özel işletmelere devredilmiş plajlardan, kârını sadece fahiş fiyatlara oda sattığı müşterilerden değil emeğini sömürdüğü çalışanlarından da artırmak üzerine kurulu büyük otel komplekslerinden, hediyelik eşya pazarına dönüştürülmüş yüzlerce yıllık sokaklardan başka bir zaman bahsederiz.
Bir süredir ne zaman Cihangir Merdivenlerinden geçsem, güzelim manzarayı katleden bir cruise gemisiyle bakışıyorum. Kentte özgürce manzaranın tadını çıkarabileceğimiz kısıtlı mekanlardan biri olan Merdivenlerin böyle bloklanması inanılmaz tadımı kaçırıyor, dönüşte Cihangir’e doğru çıktığım yokuşa bile değmediğini düşünüyorum artık. Bu Galataport’a da çok sinirleniyorum, öylesine gelenlere izole ve uydurma bir İstanbul tablosu sunduğu için. Kasım ayında “Şehir Senin Deniz Senin” başlıklı yazısında Yiğit Yolcu aşağıdaki paragrafla çok güzel özetlemişti aslında durumu:
“Karaköy’ü ilginç kılanlar, zamanla biriken aktörler ve beklenmedik karşılaşmalardan oluşuyor. Tavernaların yerini nalburlara bıraktığı, son zamanlarda kafelerin yeşermeye başladığı, birçok farklı kimlik ve fonksiyonu bir arada barındıran bir kent parçası. Turizmi algılayışımız bu noktada önemli. Yeni Türkiye’de turizm şehrin para harcanacak etkinlikleri üzerinden tanımlanıyor. Halbuki Karaköy böyle bir duruma gelmek zorunda değildi. Kruvaziyer gemilerinden inip lüks markalardan alışveriş yapmak isteyen turistler taksiye atlayıp Nişantaşı’nın yolunu tutabilirlerdi.”
Doğup büyüdüğüm şehrin öylesine, sırf bir gemi yanaştı diye gelinen bir yer olmasına çok tadım kaçıyor. Okuduğum bir makalede, tatil gemisi turizminin kısa vadede yerel halkın gelirini artırdığı ancak öte yandan yerel kültüre dair farkındalığı ve bağlılığı sömürdüğü yazıyor. Yaşam giderlerinin artması yetmezmiş gibi kültürel kimliğin yok olmasına sebep olan bu projeler çevreye verdikleri zararla da pek ünlüymüş (Jordan et al., 2023). Bunları yeni yeni öğreniyorum. Fesli garsonların şerbetli tatlı servis ettiği büyük dükkanların önünde durup turistlerin ne beklediğine yönelik değil İstanbulluların nasıl yaşamak istediğine yönelik bir sosyal hayat inşa edebilseydik neler olurdu acaba diye düşünüyorum.
Sıkça dinlediğim bir şarkı var bu aralar, Levent Yüksel’in sözlerini Orhan Veli’den ödünç aldığı Dedikodu’su:
“Güya bir de Galata’ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;”
Dizelere kendimi kaptırıp bugünlerde Airbnb cennetine dönmüş Galata’ya çeviriyorum rotamı. Neredeyse tamamı yabancı turistleri hedef alan hediyelik eşya dükkanlarının önünden geçiyorum, iki kişilik bir akşam yemeğinin yarım asgari ücret ettiği rooftop mekanların logolarına bakıyorum ve sıcağı dahi bastıran döner kokularının arasında güvenli ve sakin bir alan bulmaya çalışıyorum kendime. Bulamıyorum.
Sahi bu Airbnb meselesi çok canımı sıkıyor. Uygulamaya girip çok uzak bir ay için seçeneklere baktığımda binin üstünde daire çıkıyor karşıma. Hepi topu kaç konut vardır zaten mahallede? Yıllarca İstanbulluların yaşadığı ve anlamlandırdığı sokakları kaç jenerasyon daha hatırlayacak böyle turistleştirirsek? Semtten geriye yabancı turistlerin paylaştığı maraş dondurması tiktoklarından başka ne kalacak çok merak ediyorum. Ortalama konut kiralarının asgari ücreti en az üçe, dörde katladığı bu güzelim semtlerde serbest piyasa mantığının nasıl da Airbnb’yi teşvik ettiğinin farkına bir kere daha varıyorum. Meksiko’da, Edinburgh’da, Atina’da yapılan anti-Airbnb protestolarını düşünüyorum. Atina anti-Airbnb hareketi olan Exarcheia Tourism üyesinin söylediklerini bir duvara yazıveresim geliyor: “Turizme karşı değiliz, kentleri yerle bir eden ekonomik turizm modeline karşıyız”(bkz: kaynak).
Cruise turizmi için örnek verdiğim makalede, Airbnb turizminin de benzer yıkımlara sebebiyet verdiği yazıyor. Mahallelerin huzuruna negatif etkisi bir yana, toplulukların birbirine bağlılıklarını ve günlük yaşam rutinlerini de derinden sarsan ve yayıldıkça yayılan Airbnb turizmi beni çok korkutuyor. Bunca zaman savunduğumuz Beyoğlu’muzu bir uygulamaya kaybedersek diye kaygılanmaya başlıyorum.
İstanbul’u acilen turizm sermayesinin elinden kurtarmamız lazım. Şehrimizi yeniden İstanbulluların ona verdiği anlamla biricikleşen haline kavuşturmalıyız yoksa geriye İstanbulumuzdan pek bir şey kalmayacak. Belki anılarımız kalır. Biz ne kadar yaşarız? Eski fotoğraf arşivleri ne kadar direnir? Bitmek tükenmek bilmez nostaljik hislerle kent mi sevilir? Bir sonraki dokuz günlük tatilde kendimizi başka bir yere gitmek zorunda hissetmemek için bugün Beyoğlu’ndan başlayarak turistler için gezilebilir değil kentliler için yaşanabilir bir yer haline getirmemiz lazım.