Merhaba, ben bir şehir plancısıyım (planlamacı değil, plancı!). arete’deki yazılarıma en iyi bildiğimi düşündüğüm, eğitimini aldığım ve üzerinde uzmanlaşmaya devam ettiğim mesleğimle ilgili yazarak başlamak istedim. Amacım, hepimizin en azından çatılarımızın başımıza yıkılmadığı şehirler hayal ettiği şu günlerde, aslında güvenli, yaşanabilir çevreleri tasarlamayı mümkün kılan bir meslek disiplini hakkında anlaşılır ve güncel bilgiler vermek. Şehir planlama nedir (ne değildir), neden önemlidir, nasıl yapılır, ne işe yarar ve geleceğe dair neler sunabilir gibi temel soruların yanıtları hakkında bilgi sahibi olmanın her bir yurttaş için önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü ancak bilgi sahibi olursak yapılan ya da yapılması planlanan uygulamalarla/müdahalelerle ilgili söz hakkına, itiraz hakkına sahip olduğumuzun farkına varabiliriz. Türkiye Simge Goorany’in arete’de kaleme aldığı “MuRant Kurum: Üsküdar’daki Kaçak Kafeler” yazısını bu anlamda konuyla ilişkili ve önemli buluyorum. Örneğin, eğer bizler kıyı kanununu bilirsek, ya da kamu yararının ne demek olduğunu ve kentsel mekanda nasıl karşılık bulduğunu/bulması gerektiğinin farkında olursak, uzman olmasak dahi bir yurttaş olarak kamu yararının gözetilmediği durumları tespit edebilir ve ilgili yerlere gerekli itirazları yapabiliriz.
Beni bu yazı serisine başlama konusunda motive eden diğer sebep ise özellikle Twitter’da (ya da diğer sosyal mecralarda) çoğumuzun sıklıkla karşılaştığı birtakım kentleşme önerileri: 2023 dünyasında 1950’lere dayanan Amerikan banliyöleşme modelini öven ve dahası sadece yüz ölçümü hesaplarıyla insanları bunun tüm ülkede uygulanabilirliğine inandıran birtakım paylaşımlar. İşte tam da bu sebeplerden yola çıkarak şehir planlamanın ne olduğunu (ve ne olmadığını), analitik bir temeli baz alarak neleri gerçekleştirme kapasitesi olduğunu, neler vaat ettiğini ve sınırlarını/kısıtlarını bilmemiz gerekiyor. Tabii tüm bu anlatımı yaparken teknik bir dil kullanmamaya özen göstereceğim ve didaktik bir yaklaşımım olmayacak.
Çok temel bir noktadan başlayacağım, tam adıyla “şehir ve bölge planlama bölümü” üniversitelerin mimarlık fakülteleri altında yer alan 4 senelik bir lisans bölümü, 2 senelik bir bölüm değil yani. Aslında hem bağlı olduğu fakülte hem de bölüm isminden anlaşılacağı üzere üst ölçek mekânsal tasarımlara odaklanılır bu bölümde. Bu mahalle tasarımı da bir kent meydanı tasarımı da olabilir. Ancak kapsamına ve amacına bağlı olarak örneğin tüm kenti içeren bir üst kademe plan ya da ulusal ölçekteki mekânsal stratejik planlar da yine şehir planlama mesleği dahilinde üretilen planlardandır. Aslında tasarım aşaması ya da strateji aşaması, planlama sürecinin ileri adımlarına karşılık gelir ve ülkemizdeki çoğu uygulamanın aksine planlama sürecinin ilk adımlarında veri toplamayı takip eden ciddi bir analiz (ve sentez) aşaması vardır, olmalıdır. Analiz aşamasında su kaynaklarından jeolojik yapıya, bitki örtüsünden toprak kabiliyetine, eğim, güneşlenme ve rüzgar durumundan altyapıya, kentsel risklerden bina durumlarına kadar hem doğal ve yapılaşmış çevreyi, hem de bölgedeki sosyo-ekonomik ilişkileri sistemli bir şekilde çözümlemeyi hedefleyen adımlar mevcuttur. Bu adımlar Mekansal Planlar Yapım Yönetmeliği, ve Korunan Alanlarda Yapılacak Planlara Dair Yönetmelik kapsamında da böyle tanımlanır. Bu süreçler hakkında ilk defa bilgi sahibi oluyorsanız şok olmanız çok muhtemel. Bir yanda böyle kapsamlı ve aslında kağıt üzerinde gerçekten iyi tasarlanmış birtakım regülasyonlar, ancak uygulamaya gelince 11 ilde çok büyük yıkımlara sebep olmuş bir felaket sonrasında bile 1 yılda tamamlanma taahhütü verilen “tarihin en büyük afet konut projesi”. Mesela bu bir şehir planlama örneği değil. Daha en baştan bu şehirlerin kimliklerini, kendilerine has dokularını, tarihlerini, güncel ihtiyaçlarını, güncel risklerini göz ardı eden bir proje bu. Nasıl bir proje: süreç tasarımında ve tasarım/uygulama ekibinde ülkedeki şehir plancılarını, üniversiteleri, meslek odalarını ve daha da önemlisi mesleki birikimleri görmezden gelen, yok sayan bir proje. Bununla da yetinmeyip bilimin ve bilginin ışığından referansla ilgili CB kararnamesine itiraz eden İTÜ ŞBP bölümünün yayımladığı bildiriye erişim yasağı getiren, akabinde bölüm başkanına soruşturma açan ve hatta görevden alan bir zihniyetin projesi. Bu konutlar, bu mahalleler, bu şehirler bizler için inşa edilecek. Eğer yeniden inşa süreci gerektiği gibi işletilmezse yine yıkılan bizler olacağız, sevdiklerimiz olacak.
Sosyal mecralarda ilgi çeken eski model kentleşme önerilerine gelince, müstakil yapılaşmanın her birimiz için ne kadar çekici olabileceğini tahmin edebiliyorum ancak kısaca açıklamak gerekirse bu modelleri, ortaya çıkış sebepleri, uygulandıkları coğrafyalar, kendi zamansal ve mekânsal bağlamlarında değerlendirmek zorundayız. Amerikan banliyöleşme modelini ya da Barcelona grid planını doğrudan alıp uygulamak da bir şehir planlama örneği olamaz. Keza Bolu’daki “şato evler” de “şehir planlama ne değildir?” derslerde anlatılacak kadar “iyi” bir örnektir. Tekrar banliyöleşme konusuna dönersek, tabii ki müstakil yapılaşma modelinin uygulanabileceği alanlar var ülkemizde, zaten örnekleri de var ancak su krizi, iklim krizi, kaynak bağımlılığı, temiz enerji, kirletici kaynaklar, sürdürülebilirlik gibi elzem konuları konuşup tartışmamız, bunlar için etkin stratejileri devreye sokmamız gereken bu çağda yatay yapılaşmanın etkilerini göz ardı edemeyiz. Araziyi böyle hoyratça kullanıp her metrekaresine yerleşmenin etkilerini düşünmek zorundayız; tahrip edilecek tarımsal üretim alanları, sit alanları, bu “yayık” yapılaşmaya yetecek altyapı yatırımları, araç sahipliliği, daha çok yol daha çok beton ve daha çok asfalt, bu modelle değişecek tüketim örüntüleri, donatı yetersizliği ve erişimi meselesi… Evet daha iyi bir kentleşmeyi hepimiz hayal ediyoruz, ancak bu günlük kararlarla erişilebilecek bir hedef değil. Sadece mekânsal kararlar ya da fiziksel müdahaleler de yeterli değil bunun için. Şehir planlama teknik olduğu kadar politik de bir süreç ve bizler yurttaş olarak bu süreçlere dahil olma hakkımızın, itiraz etme hakkımızın farkına varıp hayal ettiğimiz kentsel mekanları yüksek sesle talep etmek zorundayız. Bunu yaparken doğanın sınırlarını bilmek ve tanımak, kaynak kısıtlılığının farkında olmak, ve bilimsel yaklaşımların getirdiği kısıtları dikkate almak daha gerçekçi taleplerde bulunmamıza yardımcı olacaktır.