İstiklal Caddesi’nin nitelikli yapılarından biri olarak 1901’de tamamlanan Botter Apartmanı geçirdiği restorasyondan sonra ‘Sanat ve Tasarım Merkezi’ olarak kapılarını açtı. Ekrem İmamoğlu ise geçtiğimiz gün Gazhane İstanbul’da bir konuşma yaptı. Bu iki mekanın ortak noktası İBB’nin Ekrem İmamoğlu döneminde gerçekleştirdiği büyük restorasyon ve/veya yeniden işlevlendirme projeleri olması.
Botter Apartmanı 20. yüzyılın başlarında dönemin ünlü moda tasarımcısı Jean Botter’in evi ve atölyesine ev sahipliği yaparken şu anda şehirliye açılan bir nevi sanat galerisine dönüştürüldü. Hasanpaşa Gazhanesi ise 19. yüzyılda İstanbul’un Anadolu yakasına gaz tedariği yapan bir endüstriyel kompleks iken, 2021’de içinde birden çok kültürel aktiviteye imkan sağlayan bir komplekse dönüştü.
İBB’nin varolan yapıları tamamen restore ederek ya da kısmen iyileştirerek halkın erişimine sunması şaşırtıcı bir hamle değil. Sürdürülebilirlik, döngüsellik gibi kavramların sinsice hayatlarımızın ve konuşmalarımızın içine sızdığı pandemi sonrası dünyamızda atıl endüstriyel yapıların yeniden işlevlendirilmesi ‘karbon ayak izimizi’ küçültürken, ‘yeni’yi inşa ederken yerinden ederek değil, yeniden inşa etmeye olanak tanıyor. Kısacası sosyal hizmetler için bulunulacak girişimlerde şehirdeki yapı stoğu akıllıca kullanılıyor.
2023’ün başlarında açılan Rami Kütüphanesi’ni ise İBB’nin bu girişimlerine hükümetin cevabı olarak görüyorum. 18. yüzyılda askeri kışla olarak hizmet veren yapı yapılan restorasyon çalışmaları sonrasında kütüphaneye dönüştürüldü. İmamoğlu’nun İstanbul’da üzerinde durup iyileştirmeye çalıştığı bir eksiklik olan kütüphane işlevinin yanında, ‘sürdürülebilirlik’ çerçevesi altında tarihi bir yapının yeniden işlevlendirilmesi Müze Gazhane ile benzerlikler taşıyor.
İstanbul gibi büyük bir kentin özelinde 20 yıldır hunharca özelleştirilen kamusal alanlar, ‘yeni’ yapılaşma adı altında halka sunulan niteliksiz ve şehrin sınırlarını plansızca belirsizleştiren konut projeleri, imar aflarıyla büyümesine izin verilip ‘kentsel dönüşüm’ adı altında yok edilen gecekondu mahalleleri ve komüniteleri günümüzde yaşadığımız şehri erişilemez bir noktaya getirdi. Yukarıda bahsettiğim girişimler kentin bütün sakinlerinin sosyalleşebildiği, toplu ulaşımla kısa mesafelerde ulaşılabilen kentin çeperinde ya da içinde kalan mekanlar. Bunlar kentin bütün sorunlarını çözmüyor elbet, fakat uzun zamandır ihtiyaç duyduğumuz kültürel altyapının küçük ayak sesleri.
Mimarlık camiasında artık her projede duyduğumuz ‘sürdürülebilirlik’ kavramı bu projelerde nasıl yer alıyor, bu gelişigüzel şekilde her proje açıklamasına yapıştırılan kelime gerçekleşen faaliyeti ne kadar karşılıyor, gerçekten bilemiyorum. Varolan yapı stoğunu tekrardan kullanma pratiği ise fay hattında bulunan bir metropol ve tarihinin en yıkıcı depremlerinden açılan yaralarını sarmaya çalışan bir ülke için ne kadar uygun bir öneri bunu da bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, restorasyon çalışmalarının önümüzdeki yıllarda İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin tüm kentlerinde bir trende dönüşeceği.
Bahsettiğim restorasyonu bağlam olarak biraz ayırmam gerekiyor ama sanırım. Tabii ki restore edilen yapılar vardı, fakat restorasyonun hedef kitlesi daha çok turizmdi. Restore edilen dini yapılar, müzeye dönüştürülenler, sonra camiye dönüştürülenler… İstanbul gibi her sokağında katmanlı bir tarih okuması yapılabilecek bir şehirde ise restorasyonun turizmden öte, kentlinin de kullanabileceği bir potansiyeli var.
Bunun yanında, kentle bir olan simgelerin iyileştirme süreçleri de anılmalı. Düzenli olarak önümüze düşen ‘Kız Kulesi nasıl yok oldu?’ haberleri, boğazdan vapurla geçen vatandaşın çektiği fotoğrafla güncellendiğimiz restorasyon süreci meselenin faaliyette değil, şeffaflıkta olduğunu hatırlatıyor.
Kız Kulesi örneğinden yola çıkarak, şehrin simgesi haline gelmiş bir yapının restorasyonunda halk ve basınla daha yakından bir ilişki kurulabilir, meydana gelebilecek olası yıkım ve yeniden yapım faaliyetleri hakkında kentli daha çok bilgi ve fikir sahibi olabilirdi. Kapalı kapılar ardında gerçekleştirilen bu süreçler, kentlinin yapılan restorasyona olan güvenini azaltmakla beraber, kullanıcıyı denklemden tamamen dışlıyor. Eğer geleceğimiz daha ‘sürdürülebilir’ olacaksa, bunun katılımcı bir şekilde şeffaflıkla gerçekleşmesi şart. Büyüyen kentin çeperlerinden içlerine sızan endüstriyel miras, hem elverişli bir yeniden adaptasyon fırsatı, hem de katılımcı bir inşa süreci için iyi bir başlangıç noktası.