İnsan olma konseptinin modern hayatın getirileriyle uyuşmaması, bir simülasyonda olduğumuzun ispatı olabilir mi?
Kimi zaman yerel bir ağızla söylenen “Yalnız geldik, yalnız gideceğiz.” cümlesinin doğruluğu su götürmez bir gerçek. Ne yazık ki hayatın başında ve sonunda olduğu kabul edilen bu yalnızlık konsepti, var oluşumuzun temel taşlarından olan iletişim kurma ihtiyacıyla tamamen ters düşüyor. Özellikle son yıllarda “oversharing” olarak adlandırılan gereğinden fazla paylaşımda bulunma hali, kafamızın içinde kendi kendimize tartışabildiğimiz kısa anları kıymetli hale getirdi.
Modern insanın içinde sürekli bir onaylanma arzusu var, her hareketinin her düşüncesinin toplum tarafından karşılık bulması onun için altın değerinde. Arka planında bunların gerçekleştiği bir hayatta kendi hayatımızı kendi kararlarımıza göre yaşamaya çalışmak normalin dışına çıkarak alkışlanması gereken bir özgüven örneği.
İç monolog dalında Oscar adaylığı
Nasıl bu hale geldik sorusunu ne kadar samimi cevaplayabilirim bilmiyorum, çünkü ben de onlardan biriyim. En azından yakın çevremin onayını almadan bir aksiyon alamıyor, kendi verdiğim kararlardan kolaylıkla pişmanlık duyuyorum. Kendi benliğimi reddedip sürekli başkalarının öz kararlarıyla yaşadığı hayatlara özlem duymak 24 yıldır emek emek ördüğüm egomu zedeliyor. Hem bunun farkında olmak hem de buna karşıt reaksiyon alamayacak kadar korkak olmak bugüne kadar inandığım her şeyin koca bir balondan ibaret olduğunu düşünmeme neden oluyor. Muazzam önemsizliğimi büyük bir alçakgönüllülükle kucaklarken, her eylemimin altın değerinde olduğunu ve bu nedenle mutlak doğruluğunun herkes tarafından onaylanması gerektiğini düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Benliğimdeki bu ikili çatışmalar ya tamamen dışarıya bağlı kararlar vermeme ya da arkasında duramadığım absürt şeyler yapmama sebep oluyor. Peki çizdiğim mükemmel çerçevenin içindeki ben, rüzgâr esse devrilecek kadar dış etkenlere bağımlı ve güçsüz müyüm?
Sanırım daima şartlara ayak uydurabilen ve değişime açık yapımız bir yandan en büyük zaafımızı oluşturuyor. Sonuçta karakterimizi oluşturan yapılar değişmez kurallarımız ve ihlal edilemez çizgilerimizden meydana gelmiyor mu? Bunların her birinin değişebilirliği hayat boyu bir kaypaklık içinde yaşayacağımız anlamına mı geliyor? İnsanken bile insan konseptini kavramak oldukça zorken, başka evrenlerden bizi tanımaya çalışan yaşam formlarına bol şans diliyorum. Ben bırakın başkasını, kendi içimde bile bir çıkış noktası bulamadım çünkü yıllardır.
Peki yaşanan tüm olumsuzlukların herhangi bir evresinde kendimize yüklenmeye başlamamız alttan alta hata yapmazlığımıza duyduğumuz müthiş bir güvenden mi geliyor? Her ne kadar ilişkilerimizde karşı taraftan etkilendiğimiz edilgen bir konuma sıkça düşsek de, eninde sonunda karşıyı devre dışı bıraktığımız ve tüm hatayı kendimize atfettiğimiz bir evre geliyor. Belki de kendini taşlamak başkasını suçlamaktan çok daha kolay. Kendinle baş etmeyi tercih etmek, insanın “comfort zone”larına duyduğu bağımlılığın en güzel örneklerinden. Tüm yaşam çemberinin ister istemez sıkı takipçisi olduğun kendinin tepkilerini öngörmek çoğu zaman topu karşıya atmaktan daha tercih edilebilir geliyor, hak veriyorum. Ama eninde sonunda bize kalan yine biziz, neden sırf daha rahat hissetmek için kendimize haksızlık etmeyi bir seçenek olarak değerlendiriyoruz?
Edilgen ilişkiler ve tren koltuğu yanılsaması
İkili ilişkilerin dünyası hislerimizi istemediğimiz kadar edilgenleştirdi. “Ben hissediyorum”lar “Bana hissettiriyor”a dönüştü. Böyle bir düzenin içinde nasıl hâlâ hissettiklerimizin özgün olduğunu savunabiliriz? Kendimize muazzam bir serüven vadediyoruz; en güzel aşk, en uyumlu insan, en sorunsuz ilişki. Daha karşı tarafın verebileceklerinin farkında olmadan, hem ona hem de kendimize haksızlık ederek büyük beklentiler altına giriyoruz.
Öyle ki bu beklentiler vakti geldiğinde sırayla hem bizim, hem karşımızdakinin, hem de ilişkimizin sırtında büyük bir kambura dönüşüyor. Sonra iyi ya da kötü bir şekilde serüvenimiz sonlanıyor. Bu noktada sebep-sonuç ilişkisini kuracak olgunluğa erişmek çoğumuz için büyük bir külfet. Prensini arayan prenseslerin masallarıyla büyüdüğümüz dünyada beklentilerimiz birbirini hiç tutmuyor. Modern zaman ilişkilerini birbirine tamamen zıt köşelerden bakan iki farklı davranış tipiyle özetleyebiliriz: Tutunamayanlar ve bırakmak istemeyenler.
Bu denklemin daha kadınsı yönünden yaklaşarak aslında birbirimize ne kadar çok benzediğimizi vurgulamak istiyorum. Tutunamayanların köşesinde tutku, istek, arzu, heves, çaba ne kadar yoğun duygu varsa hepsi var. Sadece kafasında idealize ettiklerine asla ulaşamadığını düşündüğü için sonsuz bir arayış mevcut. Yani bir nevi platoniklik gibi ama çok daha derin ve kapsamlı bir konsept olduğu kesin. İstiyorsun, arıyorsun, bazen buluyorsun ama asla yeterli gelmiyor. Duygusal açlık dedikleri kavramı beslenme sektörüne kaptırmamız çok yazık olmuş.
Bırakmak istemeyenlerin köşesini ise yakın çevremi gözlemleyerek tanımaya çalışıyorum. Tutku, istek, arzular bahsettiğim her şey yine mevcut fakat bu sefer denemeyi göze almışlık var. Tamah etmek tam olarak böyle bir şey mi? İlişkilerde tamahkar olmak, sevilmeyi ve sahiplenilmeyi getirirken bizden pek çok şey götürmez mi? Sayısız ilişkiye ve elde etmeye sahip olduğu halde hâlâ hak ettiğini alamamış ve kendini sevmeyi öğrenememiş sayısız kadın tanıyorum. Bu iki yakayı, insan ilişkilerinin iki keskin yüzünü birbirine yaklaştıran da elde etmek istediklerine kapılmışken kendinden uzaklaşmanın verdiği rahatsızlık duygusu.
Bu yüzden asla mutlu olamıyoruz ve olamayacağız da. İpleri karşı tarafa bırakmak, onun için şekillenmeye çalışmak iki tarafın da en büyük hatası. Eğer tutunamıyorsanız muhtemelen sayısız denemeler evreninizin içinde kendinizden uzaklaştığınızı istemsiz de olsa fark etmiş ve bunun rahatsızlığıyla aradığınızı bulamadığınız hissine kapılmışsınızdır. Sonuçta karşınızdaki insan mükemmel de olsa, kendiniz gibi davranamadıkça bir yerde işler sarpa sarıyor. Aynı şekilde bırakmak istemiyorsanız da bu farkındalık biraz daha geç geliyor, sevilmiş ve sahiplenilmiş olmanın verdiği hazla körleşiyorsunuz fakat sizin de doğruyu bulmanız gecikmiyor.
Bizler sadece aynı trenin ters yönlerine oturmuş insanlarız. Hareket yönünün tersine gitmek sizi rahatsız etmiyor mu, yoksa hoşunuza gitmeyen ama sorun çıkarmaya değer görmediğiniz bir detay mı?
Hem mükemmel olarak öngördüğümüz her şeyin yıkılmasından duyduğumuz derin üzüntüyü hem de bunun bir parçası olmanın verdiği acıyı bir arada yaşamak mantıklı düşünme ekseninden hızla sapmamıza neden oluyor. Sebepler, sonuçlar, bahaneler sıralıyoruz. Bu sırada elbette yapılabilecek en mantıklı hamle kendimize yüklenmek. Haksız çıkmaya o kadar katlanamıyoruz ki aslında yaşanan her şeyin doğal bir sürecin sonucu olduğunu, insanların anlaşamayabileceğini, öznelliğimizin bir getirisi olarak uyum yakalamanın zor ve uğraş gerektirici bir süreç olduğunu kabullenmek suçu savurmaktan daha zor geliyor. Savrulan suçun parçaları en çok bize isabet etse bile.
Yanıldığımızı kabullenemeyecek kadar kibirli, tüm suçu üstlenecek kadar cesur muyuz? Tartışılır.