Gözümü kapattığımda oradaydı. Gözümü açtığımda ise yoktu.
Bir kız çocuğu olarak babaya küsebilmek büyük meziyet. Sıcak bir yaz gününde kumlu terliklerinle izbe otel odana dönerken surat asabilmek. İstediğin tatlıyı yiyemediğin için dünyayı şımarıkça dar edebilmek. Kalpler arasında bir köprüdür son bakışlar. Her ne kadar sonun sınırlarını çizen zaman olmasa da, yarım kalmışlık esaslı bir sondur.
İmgesi bulanık bir başlangıç, ihtişamlı bir son. İşte Aftersun. Henüz Türkiye’de vizyona girmeden gösterimleri ve malum platformların mucizesi ile izleyicisine ulaşan film, kendinden bir şeyler bulabilen herkesin içinde sağlam bir yere oturdu. Oturdu diyorum, çünkü Aftersun sadece nicel açıdan 96 dakika. İzledikten sonra sindirmek ve etkisini anlamlandırabilmek çok daha uzun sürüyor. Küçük bir kızın gündelik hayatının pek içinde bulunmayan depresif babası, yaz için Muğla’da bir tatil planlıyor. Düşük bütçeli ve akabinde düşük beklentili olan tatil planı, aslında çocukluğunda Türkiye’de tatil yapmış çoğu insanın anlamlandırabileceği bir tat bırakıyor. Özellikle benim için baba ile tatil ve Fethiye ikilisinin çok sağlam bir yere sahip olması, tüm duyguları kat be kat fazla hissetmeme neden oldu.
Filmin gizli ve açık detayları bir yana, izlerken tatil süresine dair duyduğumuz her şey içimizin sıkışmasına neden oluyor. Eğlenceli ve sıcak yapısının yanında karanlık yönünü bir an bile elden bırakmayan Aftersun, bizi adeta sona doğru giden ve ucunda ışık olmayan o tünele büyük bir ustalıkla sürüklüyor. Özellikle babanın diyalogları pek çok kişi tarafından eksik bulunsa da, bir kızın babası ya da bir babanın kızı olabilmiş herkesin boşlukları özgürce ve özgünce doldurduğunu düşünüyorum. Film aslında kendi hayatınızda ne iseniz size de onu sunuyor. Mutlu bir baba kız tatili, yetişkinlerin sorumluluklarını hayatın normali sanan ve anlamlandırmaya çalışan küçük bir kız, hayata dair sevdiği şeyler varken olduğu şeyden ve geçmişinden kaçamayan bir adam, elde kalan birkaç güzel anı ile bir kaybın yasını tutmak. Neresinden tutarsanız orasından anlayacağınız, defalarca kez izleseniz de yaşamın tüm kayıplarını derinden hissettirecek bir film.
Babaya küsebilmek büyük meziyet
Sevgi ile büyütülen bir kız çocuğu olarak babaya kızabilmek ve babaya küsebilmek arasında kavramın değişkenliği arasında çok ezildim. Filmin algıya göre tatlı anlarından biri olan karaoke sahnesi, Charlotte Wells’in de bunu vurgulama isteğine olan inancımı arttırdı. Babasını ve kendini karaoke sırasına yazdıran Sophie, Calum’u bir türlü sahneye çıkmaya ikna edemiyor. Hatta babasını beklemeden sahneye indiğinde bile gözlerinde bir noktada ona eşlik edeceğine dair inancını görüyoruz. Ancak bu isteğin ağırlığı altında ezildiği her anından belli olan Calum adımı atamıyor ve buruk bir ifadeyle kızını Losing My Religion söylerken izlemeyi tercih ediyor. Sophie bunun için babasına kızmıyor, öfkelenmiyor, suratını bile asmıyor. Çünkü babasını seven ve derinden özleyen her kız çocuğu dünyayla tanıştığı ilk andan itibaren babaya küsmek olgusunu saf dışı bırakmakla yükümlü.
Üniversiteyi kazanmışım, evden ayrılıyorum. Yaşıtlarıma göre erken başladığım süreyi mezuna kalarak nötrledim. 18 yaşındayım, yaz tatillerinde teyzemi görmekten başka bir şey ifade etmeyen koca bir şehre gitmek için saatleri sayıyorum. Ha bir de orta okulda fotoğrafçılık yarışması kazanmıştım, benim için böyle masalsı hikayelerden ibaretti İstanbul. Tüm heyecanımı ve hevesimi bıçak gibi kesen bir cümle kuruyor babam: “ Sen gidince ben kızımı değil en yakın arkadaşımı kaybetmiş gibi oldum.” O dakikadan sonra beni üzen şey ne ailemden ayrılmak, ne de başka bir şehre taşınmak. Sadece babamın üzülüyor olması.
Küçük omuzların büyük tartısı
Bir karıncanın ağırlığının bilmem kaç kat fazlasını taşıyabileceği bilgisini düşünüyorum. Sophie’nin omuzlarında da böyle bir ağırlık var. Erken yaşta boşanan ebeveynler, hem anne hem babanın genç yaşta çocuk sahibi olmalarından doğan sıkıntıları, asla ait olamadığı bir hayatın parçası olmak… Bu yüzden sevmek nedir ve ne anlama gelir hiç anlamlandıramıyor Sophie. Ayrılmalarına rağmen babasının annesine neden hala seni seviyorum dediğini anlamıyor. Ama babasını çok seviyor hatta bununla kalmıyor muhtemelen yetişkinlik hayatında da babasını ilk aşkı olarak konumlandırıyor. Ve savrulup durmanın aidiyetsizliğiyle, sıcak bir Fethiye akşamında babasına soruyor: Hep burada kalamaz mıyız? Olacakların verdiği histendir belki de film başından beri ilk defa ait olmanın ne anlama geldiğini ve bağ kurma için gösterdiği çabayı yakından gözlemliyoruz.
Annemle babam boşanmanın eşiğine geldiğinde çok da küçük değildim. Kardeşimin her gece ağladığı ve korkuyla yataktan sıçradığı benim neredeyse 1 ay boyunca balkonda yan yana koyulmuş iki sandalyenin üzerinde uyuduğum günleri hatırlıyorum. Bir odada anneme, bir odada babama telkinler verirken onların nasıl benim karşımda çocuklaştıklarını, söylediklerimi dinleyen meraklı gözlerini, ağzımdan çıkan kelimelerin beklediğimden çok daha büyük algı yarattığını gördüğümde şu koca dünyanın karşısındaki kudretime çok şaşırdım. Aynı anda hayat beni yine en acımasız noktamdan vururken, kudretim gelip elimden tutmadı. Ben de acizliğime sığındım. Sophie’nin annesinin ve babasının hayatına biz kavramından uzak, ayrı ayrı dahil olma hevesinde de tam olarak bunu görüyorum.
Keza Calum da kızına benzer bir açıdan yaklaşıyor ancak bizim göremediğimiz sadece bize tanınan alanda tahmin edebileceğimiz karanlık geçmişinin koyduğu engelleri aşamıyor. Calum mağrur bir adam, Calum mahcup bir adam, Calum gururlu bir adam. Bir baba olduğunu, aslında kaybederken bile yaratmaya çalıştığı büyülü dünyadan anlayabiliyoruz. Çünkü önünü arkasını düşünmeden anın verdiği tatmin hissini yaratmaya çalışmak tam olarak bir baba hareketi. Aftersun’ı izlerken bir yandan da kendi babamın dile getirmediği acılarını ve korkularını düşünüyorum. Onun yanında bana verdiği değeri, söylediği sözleri, aslında enerjik ve neşeli karakterinin arkasından gelen yanık kokusunu. Çünkü tanıyorum bu kokuyu, aynısını her aynaya baktığımda ben de duyuyorum bir süredir. Rumi’nin de dediği gibi “Mum olmak kolay değil, ışık saçmak için önce yanmak gerek”
Ölüdeniz’in sıcak kumlarında uzanırken de yamaç paraşütü yapanları gıptayla seyrederken de Sophie ile aynı hisleri paylaştık. Calum gibi babam da bana paraşütle atlamak isteyip istemediğimi sordu. İstememe rağmen Sophie gibi istemediğimi söyledim. Babam ise teklif etmesine rağmen yine Calum gibi parası yoktu.