Türkiye’de Sekülerleşmeyi Din mi Durduruyor?

“Türkiye toplumunun %99’u Müslümandır”, sevenin büyük hazlar eşliğinde tekrar ettiği, sevmeyenin de öfkeyle, nefret ederek eleştirdiği bir cümle. Türkiye’de kültürel hegemonya mücadelesinin özünü aramaya koyulsak bu cümlenin toplumun hangi kimliğinde hangi reaksiyonu canlandırdığı önemli bir kriter olabilir. “Hayır değildir” diyenler, “Evet öyledir” diyenler, “Öyledir ama bu böyle söylenmez” diyenler. Burada üçüncüyle ikinci arasında teoride hiçbir fark yok. İşte bu farksızlığın içerisinde farkın inşa edileceğine dair “ılımlı” söylem Türkiye’de sekülerleşmenin önündeki en büyük settir. Zira sekülerleşme “az seküler” ya da “çok seküler” gibi ele alınabilecek bir şey değil, seküler ya da seküler olmayan şekilde tartışılabilecek bir konudur. Grisi yoktur. Her şeyin  de grisi yoktur zaten, bir şeylerin belki grisi vardır ama sekülerleşme kesinlikle onlardan biri değildir.

Biz, Türkiye toplumunun yüzde kaçının Müslüman olduğunu ya da yüzde kaçının Müslüman olmadığını asla bilemeyiz. Hadi bizi bir kenara bırakalım, devletin de bunu bilmesi mümkün değildir. Öyleyse devlet neden bunu merak eder? Aslında bunu “cenaze işleri için” diye cevaplayabilirsiniz. Gerçekten tüm din-devlet bürokrasisi cenaze ve defin işlemleri için mi yurttaşlarının din mensubiyetlerini kayda alır? Bir soru daha, gerçekten devlet kimin Müslüman olup olmadığını bilemeyeceğini bilmiyor mu? Tüm çerçevesi maneviyata ve beyana dayalı bir husus olan dinsellik belki de dünyada üzerine en kolay yalan söylenebilen şeydir. Öyleyse bir devlet neden bilemeyeceği bir şeyin peşinde olur ve bunu bilebileceğine inanır? Galiba bunun cevabını ancak soruyu değiştirebilirsek verebiliriz. “Türkiye toplumunun yüzde kaçı Müslümandır?” sorusu yerine şunu düşünelim: “Türkiye devleti, din işleriyle olan kurumsal ilişkisinde tanımladığı manevi çerçeveye toplumun yüzde kaçını dahil ediyor?”

Şöyle düşünelim: Türkiye halkı Türk-İslam sentezli müktesebatın ağır hegemonyasında olsun -geleneksel olarak iddia edildiği gibi-. Hatta bu öyle bir hegemonya olsun ki ülkede ana muhalefet partisini dahi toplumun azınlığından gelen din ve dinsellik eleştirilerine karşı gelenekçi-mütedeyyin söylemi kollamaya mecbur bırakıyor. Boğaziçi direnişinde gördüğümüz gibi, Gülşen’in tutuklanmasında gördüğümüz gibi… Peki ana muhalefet partisi dinci bir parti değilse, ki öyle olmadığını düşünüyorum, neden bu hegemonyaya boyun eğmek zorunda olsun ki? Bildiğimiz kadarıyla bu partinin ümmetçi, evrenselci bir ajandası da bulunmuyor. Bunu sorduğumuzda “Toplumun değerleriyle ters düşmemek” argümanıyla karşılaşıyoruz. Bu da şu ön kabulü tasdikliyor: toplumun değerleri içerisinde İslami edinç ağır basıyor ve siyasal özneler olan yurttaşlar (müslüman yurttaşlar) toplumun azınlık kesiminin söylemlerinden etkileniyor. Yani ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ya da kurumsal gerilemeler/ilerlemeler bu kesimin zihninde öncüllenen şeyler değil, bunun yerine dini kaideler daha çok dikkat topluyor.

Şimdi başka bir açıdan daha bakalım, gelenekselci söylemden imal edilen din setinin günlük hayat içerisinde Türkiye toplumunun siyasal değerlerini şekillendirdiğini kabul edelim. Ülkemiz Eylül 2022 itibarıyla milyonlarca Müslüman göçmeni ve sığınmacıyı sınırları bünyesinde bulunduruyor. Ancak toplumdan bu insanlara karşı yoğun bir zenofobik baskı olduğu da açık. Peki bu toplum ümmetçi ve İslamist ajandayı takip eden bir toplumsa İslam dünyasının diğer üyesi olan ülkelerden göç etmiş Müslümanlara (din kardeşlerine) karşı neden yabancılık hisseder? Buradaki çelişki bizi yeni sorulara yöneltiyor. Demek ki bu toplumun İslami kriterlere olan ilgisi sanıldığı kadar yüksek değil, zira siyasetin temel konumlanma ilkelerinden biri de öznenin “öteki” ile olan ilişkisinde aranır. Ya da ümmetçilik kıymeti kendinden menkul, nüfusu da az olan bir zemine dayanıyor, ancak baskı araçlarının kuvvetliliğinden toplumun büyük bölümüne kendi ajandasını dayatabiliyor. Son bir ihtimal de şu, ki bu yazının tezi de bu ihtimalin ağır bastığıdır: Türkiye’de din olarak ifade ettiğimiz şey sanıldığı gibi İslam’ın öz kaynaklarından değil yerelin dayandığı yeniden üretimci bir ritüelistik töre anlayışından kendisini kurguluyor.

Türkiye toplumunun dinle kurduğu ilişki, aslen; kültürelliğin, sosyoekonominin ya da tarihselliğin herhangi birine tekil olarak dayandırılamayacak kadar karmaşıktır. Biliriz ki aynı dine, aynı mezhebe, aynı geleneklere mensup iki köyde dahi din penceresinde çok farklı ritüeller gelişmiştir. Yani yan yana olan iki köyün bile dini yaşayış biçimleri aynı değildir. Burada yazının başında tartışılan konuya geri dönmek istiyorum. Devlet böylesine geniş bir yelpazeye dayanan din pratiğini nasıl ortak bir setle tanımlayabilir ki? Şöyle ki; dini, merkezine kategorik olarak yerleştirdiği işlevsel bir normativite ile, bir diğer deyişle “töre” ile bunu yapabilir. Bu sebeple Türkiye toplumunda din, bağımsız bir olgu olarak değil, törenin özerk bir uzanımı olarak yaşanmaktadır. Dolayısıyla din ve günlük hayat arasındaki çelişkiler de sık sık yaşanmakta ve meşrulaştırımaktadır. Ben bu yazıda sadece bir örneğini verdim ancak bu örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir. Din-içki ilişkisi, din-haram ilişkisi, din-zina ilişkisi veya diğer birçok şey… Bunlar Türkiye töresini -ya da törelerini çiğneyen meseleler değildir. Bu nedenle din diskuruna sığınarak seküler insanların günlük hayat pratiklerine müdahale eden kitleleri “ikiyüzlülük” ile eleştirmenin hiçbir karşılığı yoktur. Çünkü buradan saldırının beslendiği kaynak “din” değil töredir ve kendi içinde tutarsız değildir.

Sonuç yerine: Türkiye toplumunda sekülerleşmenin önündeki set gereğinden fazla odaklanıldığı ve düşünüldüğü biçimde dinin kendisi değildir. Hatta daha kötüsü, dinin kendisiyle olgu olarak kavga etmek doğal yollarla skolastisizmi de doğurabilir. Bunun önüne geçilmediği durum ise maneviyatla savaşmayı merkez politikaya dönüştüren bir dogmacılığın önünü açabilir. Bu bir sekülerleşme biçimi değildir, bilakis, İslamizm inancı gibi bir başka kuvvetli “inancın” yerleşmesidir. Türkiye’nin sekülerleşmesinin yolu ise din ve toplum arasına yerleşen ve çoğu zaman din yerine geçen oksimoron töreciliği ortadan kaldırmakla sağlanabilir.

Kağan Sarıkaya

Kağan Sarıkaya

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.