Ülkemizde “beyin göçü” hem bugünün dikkat çeken bir konusu oluyor hem de büyük bir ihtimalle yakın geleceğin önemli bir konusu olacak. Hatta konuyla ilgili akademi ve medya çalışmalarının uzunca bir süre siyasetin uğrak noktası olacağını tahmin edebiliriz. Lakin bu konu halen belli geleneksel kalıpların dışına taşınılarak tartışılabilen bir konu olmadı. Yalnızca kendi karşıtını kendisi yaratan birkaç açıya sıkıştı. Örneğin bir grup insan “beyin göçü” yapanları milliyetçi söyleme yaslanarak (zaten ülkeyle duygusal bağlarının zayıf olduğunu iddia ederek) ihanet ile suçladılar. Diğer bir grup insan da (örtük biçimde birincisinden çok uzak olduğunu düşünmüyorum) günümüzde yaşanan ekonomik meselelerin geçici kaygılar olduğunu, elbet bir gün ülkeye dönüp yeniden “hizmet etmenin” gerektiğini söylediler. Bu iki açı da bize aslında bir soruyu sordurtuyor: Türkiye’deki artan “beyin göçü”nün sebebi siyasi iktidar mı? Ve sandığımız gibi bu göçün adı “beyin göçü” mü?
Siyasi iktidarın değiştiğini düşünelim, bugünkü muhalefet grubunun iktidar olduğunu, Türkiye’de artık AKP rejiminin yarattığı ahbap-çavuş sisteminin bittiğini, yolsuzluğun sona erdiğini, bir ölçüde de liyakatin geldiğini düşünelim. Acaba bugünkü muhalefet Türkiye’den giden göçmenlerin doğup büyüdükleri ülkede hissettikleri çaresizliği temsil etmeye başlayacaklar mı? Peki ya Türkiye’de madem muhalefetin -tam anlamıyla- bittiğini henüz söyleyemiyoruz, dolayısıyla bir iktidar değişikliği ihtimali bulunuyor, öyleyse insanlar bu değişiklik ihtimaline sarılmak yerine neden göç ediyorlar?
Türkiye’den göç edenler insanlar sanıldığı gibi salt AKP iktidarının yarattığı siyasal, sosyal ve ekonomik iklime kızıp ülkelerini terk etmiyorlar. Bunun ötesinde, yirmi sene boyunca AKP’yi iktidarda tutan mekanizmaya, kurumsallaşmış gericiliğe, mahalleciliğe, yaşam biçimlerinin marjinalleştirilmesine, en temel haklara dahi hınçla saldıran faşist kitlelere muhalefetin birkaç oy uğruna ses çıkarmamasına, en geniş anlamda da “hiçbir zaman temsil edilmeyeceğim” düşüncesine dayanarak ülkeyi terk ediyorlar.
İddia edilen şey şu: Ülkemizin entelektüelleri -veya eğitimlileri- ülkeyi terk ediyorlar, buna da beyin göçü diyoruz. Bu yazının düşüncesi bu tezi baş aşağı çevirmemiz gerektiğidir. Yani, Türkiye’den Batı’ya olan göçün adı net ve açık biçimde bir beyin göçü değildir, çünkü beyin göçünün tanımsal niteliklerinden ziyade bizdeki bu göçün ardında başka yoğun politik sebepler yatıyor.
Biliriz ki Batı’ya gerek eğitim gerekse iş için göç edebilmenin koşullarından biri de Avrupa standartlarının asgari ölçüsünde kalifikasyona sahip olmaktır. Bu yüzden göç edenlerin tümünü, önemli bir dikkatsizlikle, entelektüel niyetlerle göç ediyor sanıyoruz. Halbuki göç etmenin basit koşullarından biri kalifiye olmak, bu sebeple ortaya çıkan sonuç beyin göçü gibi görünüyor. Daha basitçe: kalifiye insanlar göç etmiyor, göç edebilenler kalifiye insanlar. O seviyede kalifiye olmayan insanları -ya da henüz olmayanları- düşündüğümüzde onların göç etme niyetleri yok mu diyeceğiz? Halbuki koşullarını sağladığı ilk anda göç edecek daha milyonlarca insan var. Bu sebeple gerçekleşen olayın adını ben “beyin göçü” olarak nitelemekten yana değilim, bu bizi sonuç odaklı düşünceye itip indirgemeci bir yoruma hapsediyor. Sebeplerini incelediğimizde meselenin çok daha derinlikli bir siyasi-hegemonik çatışmanın ürünü olduğunu tespit edebiliriz. Yani, bu ülkede milyonlarca insan göç etmek istiyor, çünkü onların günlük hayatla kurdukları ilişki sebebiyle bu ülkedeki yaşam sürdürülemez noktaya geliyor. Bu sürdürülemezlik karşısında da kesintisiz bir siyasal savunmasızlık ve temsil krizi içerisinde insanlar ömürlerini geçiriyorlar. İtirazları kıymetsizleşiyor, çünkü siyaseten karşılık bulamıyor. Tüm bu sebeplerle Türkiye’deki göçün temel sebebinin siyasal temsil krizi ve yabancılaşma olduğunu düşünüyorum. Gelin bu yabancılaşmanın sebeplerini çok mikro bir zaman dilimiyle, sadece ve sadece bir ay içerisinde gerçekleşen birkaç vaka ile ortaya koyalım.
Çok yakın bir zamandan, hepsi haziran ayı içinde yaşanmış olan birkaç örnek vereceğim:
Birincisi, kendi evinin bahçesinde içki içerek eğlenen birkaç kadın, gerici bir grup tarafından fiziksel saldırıya uğradılar. Faşistler “size burada bunu yaptırmayız” diyerek insanların en temel hakları olan, özgür ülkelerindeki özgür tercihlerine saldırdılar.
Bu vaka elbette ki sadece adli bir konu değil, içeriği itibarıyla kamunun belli bir kesiminin yaşam biçimini hedef almasından dolayı kamuyu tümden alakadar eden sosyal bir olaydır. Bu sebeple siyasetin iş alanı içerisindedir. Lakin ne bir siyasi partiden ne de münferit olarak bir siyasetçiden dayanışma gelmedi. Peki en küçük muhafazakar kırılganlıkta dahi mobilize olup dayanışma gösteren muhalefet bu saldırıya neden ses çıkarmadı? Hayattan aldığı keyfe, kendi evinin bahçesinde bira içmeyi ekleyen insanlar artık bu ülkede bunu nasıl yapacaklar? Başlarına bir “kimliksel” saldırı geldiğinde onlarla dayanaşacak kurumsal siyaset var mı? Yok. Bir insanın kendi kazandığı parayla, hiçbir kanunu ihlal etmeden, kendi kirasını ödediği evinde bira içmesi tehdit edilir haldeyse bu insanların ülkeyi terk etmemeleri için ellerinde gerçekten o kadar da fazla sebep kalmamış olabilir mi? Beyin göçünü konuşurken işte bu yalnızlaşma, savunmasızlaşma hissinin sorgulanması gerektiğine inanıyorum.
Şöyle bir eleştiri gelebilir: “Ne yani insanlar bira içemedikleri için mi ülkelerini terk ediyorlar?” Hayır elbette tam olarak bunu kastetmiyorum. Bu bir eşiği temsil ediyor. Ancak şöyle dersek olabilir: “İnsanlar bira ‘bile’ içemedikleri ülkelerini terk ediyorlar.”
Bir vaka daha; Şanlıurfa’da bir avukat, Cemile Didem Karaboğa, çocuk evliliklerine karşı bir etkinlikte konuşma yaptığı sırada orada bulunan din görevlileri tarafından kıyafeti gerekçe gösterilerek İslamofaşist sözlü saldırıya uğradı. Bu yetmedi, olaydan sonraki birkaç gün boyunca da birçok gerici medya organının gerici yazarları tarafından da hedef gösterildi.
İl barosu dışında hiçbir kurum dayanışma göstermedi. Bu mesele hiçbir siyasetçinin ilgi alanına girmedi. Türkiye’de yaşam tarzlarına dair sergilenen ikiyüzlülük bir kez daha ortaya çıktı.
Bir avukat, bu çağda hala konuşuyor olmamızdan hicap duyacağımız bir konu olan çocuk evliliklerine dair önemli bir toplumsal efor sergilemeye gayret ediyor. Karşılığında toplumun dar bir saldırgan azınlığına mensup kişiler ona müdahale ediyorlar. Gerekli empatiyi size bırakıyorum.
Bir tane daha; Bolu’da yaşayan üniversiteli kadın öğrenciler sokaktan geçen biri tarafından “böyle giyinemezsiniz” şeklinde gerici saldırıya maruz kaldılar. Saldırgan açıkça röportaj vererek müdahaleci ‘düşüncelerini’ herkesle paylaşmakta beis görmedi. Kadın öğrencilerle hiçbir siyasetçi, hiçbir siyasi parti dayanışma göstermedi.
Hepsinin özeti:
Bu yaşanan üç vakanın tümü 2022 Haziran’ında gerçekleşti. Muhalefetin anayasaya yaşatılan erozyon ve yaşam tarzları üzerinden gidilen ayrımcılığa -onlar buna kutuplaşma diyorlar- çıkardığı ses neden sadece muhafazakar kırılganlıklara dokunduğu zaman onların ilgi alanına giriyor? Bu ülkenin seküler yurttaşları “demokrat muhafazakarlar”dan ya da “liberal muhafazakarlar”dan daha mı az kıymetli? Türkiye’de kamusal alana dair kuralları din değil, anayasa belirliyorsa neden anayasal hakları faşist saldırılarla ihlal edilen insanlarla dayanışmak muhalefetin işi olmuyor?
Eğer muhalefet Türkiye’nin entelektüel göçünün kronik sebeplerini teşhis etmeye yeltenecekse kendisini sorgulayarak başlamalı. Mesele eğer anlaşılmak isteniyorsa göç edenleri “nitelikli nüfus” özelliğiyle görerek değil öncelikle insan oldukları gerçeğini hatırlayarak düşünmek gerekiyor. Eğer göçün sebebini “umutsuzluğa” bağlıyorsanız bilin ki bu umutsuzluğun sebebi iktidarın değişmeyeceğine dair bir noktada değil, toplumun “mevcudu az, sesi çok” azınlığına karşı savunmasız kalma hissinin değişmeyeceğine dair bir umutsuzlukta aranmalı.