“Türk edebiyatı mı, Türkçe edebiyat mı?” tartışmasını “Ben bu konunun uzmanı mıyım, bu konuda da fikrim bana kalsın.” diyerek uzunca bir süre fikir ifade etmeye ihtiyaç duymadan uzaktan takip etmiştim. Zaten 30 yıldan fazla bir ömre sahip, üzerine söylenebilecek hemen hemen her şeyin zaten söylendiği bu tartışma benim fikrimle bitecek ya da yeni bir boyut kazanacak da değildi. Ancak yakın zamanda özellikle Twitter’da gördüğüm yorumlar tartışmanın artık basit bir sınıflandırma tartışması olmaktan çoktan çıktığını gösteriyordu. Bir süre daha bu tartışmaya ve tartışmanın bir tarafındaki yoğun milliyetçi hezeyanlara maruz kaldıktan sonra benim de bir edebiyatçı olarak değilse de bir okur olarak söz söyleme hakkımın doğduğunu hissettim. Bu süreçte sevgili Kaan Eminoğlu ve Onur Caymaz’a da “Türk diyemeyen yayınevlerine” karşı başlattıkları boykot aracılığıyla kendimden emin olmamı sağladıkları için bir teşekkürü borç bilirim.
Bu coğrafyada Türk edebiyatı tanımlaması, hangi kılıfa sokulursa sokulsun, eksik bir tanımlamadır.
Bu sonuca ulaşmama yardımcı olan süreçte tartışmaları sosyal medyadan takip ederken milliyetçi coşkularından azade bir tutumlarına pek de şahit olmadığım Türk edebiyatı savunucuları cenahından beni en şaşırtan yaklaşımı özetleyen tweet, bir yayınevinin kitap tanıtımındaki “İtalyan yazar” ve “Türkçe edebiyat” ifadelerini yakalamakla dedektifvari bir gurur duyan bir kullanıcıya aitti. İtalyan yazar oluyordu da Türk edebiyatı neden olmuyordu? Tam da aksine dosdoğru bir kullanım örneğine karşı kullanılan bu ifade, benzer pek çok yorum gibi, tartışmanın artık bir amaç değil araç haline geldiğinin nişanesiydi benim gözümde.
Yine de bu yorum içimdeki merak duygusunu tetikledi. İki tarafın tartışmayı hangi eksen etrafında sürdürdüğünü merak ettiğim için günümüzde bir tartışmada bakılması gereken ilk mecraya, Twitter’da viral olan tweetlerin altındaki yorumlara ve alıntılara baktım. Dikkatimi çeken en temel şey, Türk edebiyatı ifadesini savunan insanların konuyu başka düzlemlere taşıma isteğiydi. “Türk dememek için kırk takla atıyorsunuz, Türklükten utanıyorsunuz!” saldırıları, “Alman edebiyatı, İngiliz edebiyatı, Fransız edebiyatı diyoruz da Türk edebiyatı niye diyemiyoruz?” gibi tartışma yetkisi bizde olmayan soru kalıplarının ötesinde bir soru vardı ki beni neredeyse “Kime laf anlatacağız?” vazgeçişine sürükleyecekti.
“Türkçe resim diyor muyuz?”
Tez odaklı olmak yerine hedef gösteren bütün bu yaklaşımları bir potada eritirsek ortak kanı, Türkçe edebiyat savunucularının ideolojik davrandığı. Lafı eveleyip gevelemeden söylemek gerekirse, “Türk edebiyatı” savunucularına hak verdiğim tek bir nokta varsa o da Türkçe edebiyat söylemini savunmanın ideolojik olduğudur. Ancak bana kalırsa burada sorun söylemin savunulmasının ideolojik olması değil, aksine ideolojik olmasının bir karşı saldırı unsuru olarak kullanılması. Nitekim “Türkçe konuşan” ile “Türk” arasındaki ayrımı pek tabii yapabilecekken tartışmayı “Türkçe edebiyat demek Türkleri aşağılıyor, Türk diyemiyorsunuz!” zeminine çekmek de karşı duruş noktasından daha az ideolojik değildir. Kaldı ki tartışmalar, yapıları gereği, ideoloji gerektirir.
“Peki neymiş ideolojin, Türk demek mi batıyor?” diyecek olursanız da cevabım (biraz da sinir uçlarınıza dokunabilmek umuduyla) “Evet, batıyor.” olur. Nitekim Türk olmayan ancak Türkçe yazan bir yazarı Türk olarak sınıflandırmak benim gözümde milliyetçi bir tutumdur ve bana batar. Çünkü bildiğim kadarıyla ülkemizde Türkçe Türklerin tekelinde olan bir dil olmaktan uzak.
Neden Türkçeyi böyle bir tekelden uzak gördüğümü bir örnek üzerinden anlatmak istiyorum. Pek çoğunuz bir zamanlar bir yerde benzer bir listeyle karşılaşmışsınızdır, bilhassa benim ilkokul zamanlarımda gazetelere ve dergilere sıklıkla yansıyan bir başlık vardı: “Yeşilçam’ın bilmediğiniz Ermeni ustaları”. Bu ve benzeri başlıklı yazılar, milyonlarca insanın defalarca izlediği ve hatta ezberlediği o filmlerdeki çok tanıdık, sevilen insanların kimliklerini saklamış Türkiye Ermenilerinden olduklarını afişe ediyordu. Tabii nedenine (pek çoğunda) pek de değinmeden.
Ancak az çok okuyan, bilen, görmüş geçirmiş her insanın anlayacağı gibi Yeşilçam ustalarını yıllar yılı kimliklerini saklamaya iten şey cumhuriyetin heybesindeki pogrom, Varlık Vergisi, Aşkale Toplama Kampı gibi kavram ve kelimelerden oluşan kirli heybesinden ibaretti. Ortada yerinden yurdundan edilmiş, mallarına el konmuş ve hala hayatta kalıp evini terk etmemekte diretiyorsa da kimliğini yitirmeye zorlanmış halklar vardı.
Bu da demek oluyor ki gerçekten evi Türkiye olup Türk olmayan insanlar vardı aramızda. Üstelik bunlara anadilleri yok edilmeye mahkum bırakılmış halkları da eklersek ortaya hiç de azımsanmayacak bir toplam çıkıyordu.
İşte benim için durum bundan ibaret. Buraya kadar okumaya sabredebilmiş ancak sinir harbinin sınırlarında gezen milliyetçi Türk okurumun gönlüne bir damla su serpeyim: Türk demekten haya etmiyorum. Türk sınıflandırmasını yanlış buluyorum. Türkçenin en iyi yazarlarından, Türkçeyi yücelten Yaşar Kemal’in “Türkçe edebiyat” kategorisinde incelenmesini bu sebeple çok daha doğru buluyorum.
Unutmadan ekleyeyim, zira sosyal medyadan aşina olduğum kadarıyla bu tartışmalar “Neden İngiliz edebiyatı diyorsunuz ama Türkçe edebiyatta ısrarcısınız?” sorusuyla bitiyor, bırakın kendi edebiyatlarının peşine İngilizler düşsün. Biz önce kendi kapımızın önünü süpürelim.