Tanıdık Şehrin Yabancı Yüzleri

Hakkında bir şeyler konuşmak için ne zaman yeterli süre geçmiş olacak hiçbirimiz kestiremiyoruz. Normalleşme diyor kimi, bazısı ona karşı çıkıyor. İyileşmek telaşına kızıyoruz. İçindeki hislerle ne yapacağını bilmeden kendini yerden yere atan bir çocuk gibi hırçınlaşmış, hırpalanmışız. Kimin söylediği doğru, hangi uzman ne der, ölenlerin yasını mı tutuyorum yoksa bir sonraki depremin kurbanı olacak kendime mi bu yas? 

Ülkece bir milat aranıyoruz. Bir şey olacak yer yerinden oynayacak, son bir damla olacak taşacağız. Bu ülkenin refah içerisinde ve keyifli halini de deneyimleyeceğiz. Hangi felaket gelirse gelsin adım atamamanın yasını mı tutuyoruz yoksa? 

“Ülkede binlerce insan ölürken devlet kılını kıpırdatmasa artık buna bir dur deriz ya, yer yerinden oynar artık insanların da bir sabrı var.” Yeri yerinden oynatması gereken her acıda yaprak kımıldatmamış olmanın yasını mı tutuyoruz?

Önceki yazılarımdan birinde yaşadığımız şehri terk etmek zorunda kalışımızı yazmıştım. Bu sefer bambaşka bir durumun içerisindeyiz. İstanbul’da yaşarken veda ediyoruz bu şehre. Serdar-ı Ekrem Sokağı’ndan ya bir daha göremezsek diye yürüyoruz. Beklenen deprem gelmeden önlem alınması gerektiğinden konuşuyor fakat içten içe kanıksadığımız yalnızlığımızla bugün bir vapura bineyim ya diyoruz. Son bakışımdır belki diye bakıyoruz Galata Kulesi’ne. Bingöl sıradaki diyor birkaç uzman. Çocukluğu Bingöl’de geçenler yakında öleceğini bildiği dedesini ziyaret etmeye gider gibi gidiyor Bingöl’e belki. Şehirlerimize belki bu son bayramıdır bir elini öpelim muamelesi yapıyoruz. 

Şehrinin yasını tutmak ne garip şeymiş. Yaşadığımız acılara pek de benzemeyen, tam olarak neyin yası olduğunu bilmediğimiz bir yas. Bildiğimiz acılardan farklı olduğundan olsa gerek büyük de bir korku getiriyor peşinden. Acısının nasıl geçeceğini ya da ne olsa düzeleceğini bilmediğimiz bir şey bu. Bir kahve içsek, bir tatile çıksak biraz kafamızı dağıtsak, kabullensek, hayat böyledir desek… Ne yapsak geçecek? 

Tüm aileni kaybetmenin ardından bakkal amca da öldü mü, acaba ilkokul öğretmenim öldü mü, artık görüşmediğim kaç arkadaşım öldü acaba diye merak edebilir mi insan? Her gün gittiği kahveye artık gidememek emekli bir adamın elinden neyi alır? Bir ömür yaşadığın mahallende yolu bulamamak neyi kaybettirir? 

Bu hükumetten kaçırabildiğimiz kendi ufak hayatlarımızda yaşayabildiğimizi sanma yanılgısı ne büyük bir yanılgıymış. Çürümüş bir yönetim insanın evinin yolunu bile ondan çalabilirmiş. 

Ne kadar yazdıklarımı ajitasyondan uzak tutmaya çalışsam ve bireysel acılarımı işin içine katmak istemesem de Antakya’dan getirdiğim kuru domatesi uzunca bir süre alamayacağımı düşündüğümden yemeye kıyamadığım, kahveyi az az koyduğum gerçeklerini es geçmek istemiyorum. Bu hükümetin içtiğin bir bardak kahveye el uzatamayacağını sanmak ne büyük hata. 

Tam da bu sebepten normale dönmek benim için hiçbir zaman mümkün olmayacak. Benim sandığım hayatın benim olmadığını görmek benim ellerimden normali aldı. Dünyanın neresine gidersem gideyim ve bu ülkede doğmuş olmaktan ne kadar bıkarsam bıkayım kaç tane dil öğrenmiş olursam olayım 50 bin insanın yasını tutan bir insanım ben artık. 

50 bin insanın yasını ne ağlayarak bitirebiliriz ne de ağıdını yakarak. 

Şehirlerin, sokakların, sabahları ekmek aldığımız fırınların, tuttuğumuz ilk evin, lisemizin, camimizin, müzemizin yası mezarlarına çiçek götürerek yaşanacak bir yas değil. Normale dönüşü mümkün kılacak şeyleri aramanın beyhudeliğine vakit kaybetmek istemiyorum ben artık. 

Bir çare, bir adım, bir omuz istiyorum.

Tuğba Zengin

Tuğba Zengin

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.