Evimde geçirdiğim vaktin haddinden fazla uzun geldiği, havanınsa uzun bir pazar yürüyüşü için oldukça uygun olduğu bir gün kafamda kişisel olan yahut olmayan pek çok gündemle Maçka, Kabataş, Tophane, Galata, Taksim, Harbiye gibi uzun bir hattı kapsayan bir rotayı seçtim. Böylesine uzun yürüyüşleri kafamı boşaltıp zihnimi açmak için sıklıkla kullanan biri olarak bu yürüyüş “bana iyi gelecek, yaralarımı saracak”tı.
Yol uzadıkça gördüklerim, aslında daha önce defalarca kez görmüş olmama rağmen farklı düşünceleri tetikledi. Galata sahilini işgal eden Galataport’u ve onun hizmet ettiği “seçilmiş hissetme lüksü”nü düşündüm. Ayrılmış bir alana güvenlik kontrolünden geçerek giriyorsunuz ve halktan koparılmış bir kıyıya tanıklık etme şansına ulaşıyorsunuz. Nereden baksanız özel hissettirecek bir ayrıcalık olmalı.
Yolun devamında ise Tophane’yi dikkatli bir gözle inceledim. Buradan geçtikçe fotoğraflamayı sevdiğim bir sokak var, bir gün buradan birlikte geçersek size de gösteririm. Bu sokağı benim gözümde özel kılan, birkaç yüz metre yukarısında Galata gibi “turiste uygun” şekillendirilen ve pazarlanan bir cazibe merkezi varken buranın oldukça estetik, ilgi uyandırabilecek mimarisine ve çekici konumuna karşın olduğu gibi kalması. Bir de ne zaman gitsem sokağın iki tarafındaki aynı apartmanlar arasında gerili olan, “Burada hayat devam ediyor!” diye bağıran o çamaşır ipi.
“Tophane’yle Galata bir mi yahu? Tophane’ye kim niye gitsin? Gece karanlıkta tek başına girmeye bile korkar insan!” diyeceksiniz muhtemelen. Belki daha fazlasını da söylersiniz. Peki sevgili okur, seni dışarıda bırakarak konuşalım, buraya tam güvenlikli, birkaç ayda bir uluslararası tanınan bir sanatçıya ait sergileri ağırlayan ve o sanat aşığı büyük şirket sponsorluğu aracılığıyla daima (tamam, patron bu yatırımdan sıkılana kadar) ayakta kalabilecek bir “sanat merkezi” kurulsaydı? Bu, sizce de sokağın insan trafiğinde ciddi bir değişikliğe yol açmaz mıydı?
Bütün bunları farazi bir kurgu olarak söylemiyorum elbette. Bunun ne kadar başarılı olabildiği tartışmaya oldukça açık bir örneği mevcut. Ben bu örneği, İstanbul’u son iki yıldır keşfetmekte olan yeni bir sakini olarak, Twitter’da önüme düşen bir fotoğraf sayesinde fark ettim. Ülkenin taşını toprağını ele geçirmiş o holdinglerin göz diktiği son merkezlerden olan Dolapdere’de Arter’in süs havuzuna girmiş semt çocuklarını gösteren fotoğraf, “Buranın ruhuna uymuyor.” diyerek tartışmaya açılıyordu.
Arter’i ya da hemen yanı başındaki Dirimart ve Pilevneli gibi merkezleri görmemiş olanlar için bu ifadelerin kısa çevirisini yapalım. Burada söylenmek istenen aslında “Biz sizin yaşam alanlarınızı istediğimizde satın alabiliriz. Nitekim yalnızca sosyal sermaye edinmek için saçılabilecek milyonlarımız var. Üstelik o çamaşır ipi göz zevkimizi bozuyorsa, onu oradan kaldırmasını da biliriz.”
Bütün bu sanat merkezi oluşturma çabası neden Tophane’de değil Dolapdere’de hayat buldu? Dolapdere’nin, tamamen farazi konuşacak olursam, yeni havalimanı yolu üzerinde oluşu mu onun rantını uzak komşusuna kıyasla daha cazip kıldı? Bunların cevabını bilecek kadar sermaye yönetmedim ne yazık ki. Ancak karşımıza çıkan örneklerden gördüğüm kadarıyla yapacağım çıkarım, “kaderine” terk edilen her sahanın günün birinde sermaye tarafından ele geçirilmeye mahkum kaldığı. Halbuki bunun aksi örnekleri de mevcut. Aklıma gelen ilk örneklerden biri Müze Gazhane. Şehrin en yoğun merkezlerinden Kadıköy’ün arka, unutulmuş sokaklarının bir cazibe merkezine dönüştürülmesi, yerel halka “rağmen” gelen elitlerle değil yerel halkın o cazibe merkezine dahil edilmesiyle mümkün olmuş.
“Kaderine terk edilirse” tarafında ise sosyal medyada sıklıkla gözlemlediğim bir durum gözümde tehlike olarak canlanıyor: Taksim. En son 17 Temmuz’u 18 Temmuz’a bağlayan gece atılan şu tweette Taksim çehresi yerden yere vuruluyordu. Kaldı ki sizin de Taksim’in nasıl tekinsiz bir yer olduğuna, artık asla keyifle vakit geçirilemeyeceğine dair pek çok yorum duyduğunuza eminim.
Bu yorumlara ilk olarak kendi tecrübelerimden cevap vermek isterim. Evim Taksim’e yakın olduğu için sık sık Taksim’e gidip sevdiğim bir mekanda yalnız ya da arkadaşlarımla oturmayı, hiç değilse şöyle bir Mis Sokak’tan geçip Taksim havasını solumayı, ara sokaklara girip çıktıktan sonra huzurla evime geri dönmeyi seviyorum. Üstelik bu zaman dilimlerinde asla İstanbul’un kalan “kurtarılmış” bölgelerinde hissettiğimden daha az güvende hissetmedim. Yukarıda atıfta bulunduğum tweet bu tehlikenin kadınlar için daha büyük olduğunu söylediği için cevap vereyim, birlikte zaman geçirdiğim kadın arkadaşlarımın da Taksim’den bu şekilde bir şikayetine tanık olmadım.
Peki bu şikayet nereden kaynaklanıyor? Bu soruya cevap vermek için severek takip ettiğim bir yayına atıfta bulunmak istiyorum. Socrates Dergi’de Socrates FC isimli programda İlhan Özgen ve İnan Özdemir’in Beyoğlu’nu uzun uzadıya konuştuğu şu bölümde İnan Özdemir’in Beyoğlu’nun daima o parlak yüzüyle çekinilen yüzünün iç içe olduğuna dair yorumu benim aklıma kazınmıştı. Yani Beyoğlu’nu, Taksim’i bugünkü kimliklerine kavuşturan aslında o ürkütücü cazibesiydi.
Peki ya ürküp Taksim’den, Beyoğlu’ndan vazgeçersek? O zaman elbet bir gün sermaye baştan aşağı burayı da ele geçirir. Biz de bu sosyalleşme evimize çektiğimiz çamaşır ipinde asılı anılarımızı hüzünle hatırlarız.
Fotoğraf: Erkin Can Seyhan (Instagram: @canfailun)