Suçluyorum!

Émile Zola, 13 Ocak 1898’de L’Aurore gazetesinde Fransa Cumhurbaşkanı Félix Faure’e hitaben  yazdığı meşhur “J’Accuse…! Lettre au Président de la République”[1] başlıklı yazısında haksız yere suçlanarak Şeytan Adası’na sürgüne gönderilen Yahudi bir yüzbaşı olan Alfred Dreyfus’den hareketle Fransa’nın başta yargı olmak üzere yozlaşmış kurumlarını hedef alır. Böylece, çağının ve yaşadığı ülkenin sorunlarına değinen bir aydın olarak karşımıza çıkar. Bugün, ben de Zola’dan ilham alarak Batı dünyasını ve AB’yi suçluyorum!

Kahramanmaraş’ta meydana gelen depremlerden sonra çoğumuzun Twitter başta olmak üzere pek çok mecrada dile getirdiği konu, dünyanın bu afete yeterince ses çıkarmaması, adeta görmezden gelmesiydi. Yalnızlığa eşlik eden bir hayal kırıklığı ve öfke ile çoğumuz Türkiye’de hizmet veren Netflix, Spotify, Starbucks gibi yabancı şirketlerden, Batı dünyasında okuduğumuz üniversitelere, ait olduğumuz topluluklara kadar birçok kurumdan bir taziye mesajı bekledik. İstediğimiz şey, burada yaşanan afete karşı duyarlı olduklarını göstermeleri ve yalnız olmadığımızı hissettirmeleriydi.

Ben de bu hayal kırıklığını iki olaydan hareketle yaşadım. Birinci hayal kırıklığım kayıtlı olduğum yüksek lisans programım içindi. 2021’de Avrupa Komisyonu tarafından verilen Erasmus Mundus bursuyla ödüllendirilerek Euroculture programına başladım. Programa başladığım andan itibaren her zaman hocalarımdan, idari kadrodan ve arkadaşlarımdan destek gördüm. Hepsi, karşılaştığım sorunları azaltmak için gayret gösterdiler. Sağlık sorunları yaşadığım dönemde Türkiye’deki pek çok kurumdan göremeyeceğim bir değer ve saygıyla bana itimad ederek ellerinden gelen yardımı sundular. Bu yüzden, öncesinde bunları yaşamak bugün karşılaştığım hayal kırıklığını daha da arttırdı. Zira, programa hem şu anda kayıtlı hem de mezun Türk vatandaşları olmasına rağmen yüksek lisans programımdan Türkiye ile ilgili ne bir taziye mesajı ne de nasıl olduğumuzu soran bir e-posta aldım. Birey olarak bana değer verenler, “öteki” bir topluluğa ait olduğumda aynı inceliği göstermediler.

Ama bu süreçte beni asıl üzen, yüksek lisans programımın sadece birkaç gün arayla Facebook’ta değiştirdiği profil fotoğrafıydı (Yeni tasarımın logo olarak uzun vadede kullanıp kullanılmayacağından emin olamadığım için profil fotoğrafı demeyi daha uygun buldum). Aşağıda göreceğiniz eski profil fotoğrafını değiştiren Euroculture, önce Türkiye’yi de içine alan bir haritayla Facebook’a yeni bir fotoğraf yüklemişti. Fotoğraftaki haritada Türkiye’nin olması gayet doğaldı. Çünkü Avrupa’yı Türkiye’den bağımsız bir şekilde konuşmak imkansız olduğu gibi Erasmus Mundus Programı’nda Türkiye bir partner ülkesi olarak değil, bir program ülkesi olarak yer alıyordu. Yani, burs programında aday ülke vatandaşı olan ben, bir AB vatandaşı öğrenciyle aynı şekilde değerlendiriliyordum. Fakat kısa bir süre sonra Facebook’da bu sefer yeni bir profil fotoğrafı ile karşılaştım. Bu fotoğrafta Türkiye haritadan çıkarılmıştı. İkinci fotoğraf biz deprem felaketiyle karşılaştıktan sonra, 7 Şubat’ta, yüklenmişti. Burada bir art niyet aramıyorum. Yüksek lisans programındaki kimsenin deprem olur olmaz böyle bir işe kalkışacağını da zannetmiyorum. Belli ki o haritada Türkiye’nin olup olmaması tartışılmış, nihayetinde bir karara bağlanmıştı ve haritadan Türkiye çıkartılmıştı (Bu kafa karışıklığı hala devam ediyor olmalı ki, 20 Şubat’ta internet sitesinde yayımlanan bir duyuruda Türkiye’nin olduğu fotoğraf kullanılmış). Ama bunun böyle bir zamanda gerçekleşmesine anlam veremiyorum. En azından yaşadığımız felakete istinaden yanımızda olduklarını göstermek için Türkiye’yi içine alan fotoğrafı silmeyebilirlerdi diye düşünüyorum. Canva’da yapıldığı belli olan en son tasarımda dikkatimi çeken bir şey daha var: Rusya’nın bir kısmının da haritada yer alması. Galiba, Avrupa’ya ait olmak için Türk olmamak gerek ya da AB için söylenen “Hıristiyan kulübü” tanımlamasına inanmanın tam zamanı.

Eski profil fotoğrafı

 

Türkiye’nin yer aldığı profil fotoğrafı

 

Güncel fotoğraf

İkinci hayal kırıklığım ise depremden sonra karşılaştığım iki haberden kaynaklanıyordu. İlki Belçika Başbakanı Alexander De Croo’nun deprem nedeniyle gerçekleşebilecek mülteci dalgasından Avrupa’yı korumak için Türkiye ile “iyi” anlaşmalar yapmanın önemli olduğuna vurgu yaptığı BBC Türkçe’de yayımlanan haberdi. İkinci haber ise 9 Şubat’ta üye ülkelerin AB Konseyi’ndeki toplantıda düzensiz göçmenlere karşı sınırları daha etkili şekilde korumaya yönelik aldığı yeni önlemlerle ilgiliydi. Her ne kadar bu toplantı 3 Şubat’ta ilan edilmiş olsa da depremden dolayı herhangi bir şekilde zarar gören başta Suriyeliler olmak üzere pek çok kişiye AB tarafından geçtiğimiz sene Ukraynalılar için yapılan yardımın yapılmadığını tekrar görüyoruz. Üstüne Hollanda, Belçika, Almanya gibi Avrupa ülkelerinin depremzedelere sağlayacağı vize kolaylığının çok da kolay ve hızlı olmayacağını, depremzedelerden pek çok belge isteneceğini yine BBC Türkçe’nin haberinden öğreniyoruz.

Depremden hemen sonra yapılan açıklamalar ve alınan kararlar, bize AB’nin güneyinden gelen mültecilerden ne kadar korktuğunu gösterirken bir kez daha kendi riyakarlığını gözler önüne seriyor: Hypocrisy at its finest. Çünkü AB’nin kapıları sadece kendinden olmayana kapalı. Ne demişti De Croo, “Ancak AB de aşırı kalabalık.” Hayır sayın başbakan, AB’de kendinden varsaydığı herkes için mutlaka bir yer vardır. Bir yıl önce hepimiz buna tanıklık ettik.

Ama sayın başbakana hakkını vermek gerek. AB gerçekten çok kalabalık. Zira Brüksel, ayrımcılığı sadece Suriyelilere karşı değil, kendi içinde de devam ettiriyor. Çünkü hala AB üyesi olup Schengen Bölgesi’ne dahil olmayan ülkeler var. Örneğin, Romanya ve Bulgaristan. Hırvatistan ise bu senenin başında Schengen’e dahil oldu. Bu durum bana Hırvat yazar Srećko Horvat’ın “Irkçı Değilim Ama… Siyahiler Geliyor!” isimli makalesinde ülkelerine gelen göçmenlerden rahatsız olan Hırvatların Schengen Bölgesi’ne dahil olması durumunda AB’deki durumlarını özetleyen şu satırları anımsattı:

“Ve Avrupa Birliği’nin sakinleri çoktan korku içindeler çünkü biliyorlar ki, “Hırvatlar geliyor!” Şey, bilirsiniz işte birisi Hırvatistan’dan doğrudan bir Avrupa metropolüne geldiği zaman o kişi göze batar. Geleneksel Hırvat giysilerini giyerek ve büyük ölçüde anlaşılmaz bir dil konuşarak, çalılıklardaymışlar gibi birbirlerine bağırarak sokaklarda dolaşırlar…”[2]

Bu riyakarca tutumun daha fazla muhatabı olmamak için önce kendimizi saran bu karanlıktan kurtulmalıyız. Cumhuriyet’in yüzüncü yılından itibaren tekrar muasır medeniyetlerden biri olarak anılmak için önce kendi ülkemizi dönüştürmeliyiz. Nasıl bir zamanlar Batı’da kurulan her birliğin kurucusu veya ilk üyelerinden biri olduysak yine pusulamızı şaşırmadan bize ait olan yeri geri kazanmalıyız. Yolumuz uzun ama gençliğimiz var.

Yazıma son verirken 24 Şubat’ın yıl dönümünde ülkeleri için savaşan Ukraynalıların bir an önce zafere ulaşmasını diliyorum.


[1] Suçluyorum!… Cumhurbaşkanına Mektup

[2]Horvat, Srećko. “Irkçı Değilim Ama… Siyahiler Geliyor!” Avrupa Ne İstiyor? Avrupa Birliği ve Onun Hoşnutsuzlukları, Srećko Horvat ve Slavoj Žižek, 105-114. İstanbul: Can Yayınları, 2015.

Selin Akbaş

Selin Akbaş

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.