Oy tercihlerindeki ve taleplerindeki değer yargılarının güncel ihtiyaçlara, problemlere ve sosyo-ekonomik sınıf bilincine dayalı olmadığı bir ülkede yaşamak çok zor. Nereden biliyorsun diye sormayın, Türkiye’de yaşıyorum. 2014’teki yerel seçimler ve birkaç ay sonraki Ekmeleddin İhsanoğlu mevzusundan beri ana muhalefetin başını çektiği ve AKP seçmeninden oy almak için geldiğimiz noktada geri kalan herkesin kültürel kimliklerini görmezden gelmeye varan ve adına son zamanlarda “helalleşme” denilen politikalar bütünü, yalnızca CHP’li yöneticiler, danışmanlar ve milletvekillerini değil; CHP’li veya CHP’nin iktidara gelmesinden medet uman bütün seçmenlerin de stratejisi haline geldi. Üstelik insanlar bu duruma istemsizce düşüyorlar; adeta bir kara delik gibi.
Türkiye’de 2013’ten beri her geçen gün yoğunlaşan ve 2019 seçimlerinden beri kesintisiz hale gelen, sürekli bir seçim atmosferi var. Böyle bir ortamda siyasetçiler de ‘yurttaşlara’ değil ‘seçmenlere’ hitap etmeyi alışkanlık haline getirdiler. Seçim atmosferi, kâğıt üzerinde bakıldığında dört-beş yılda birkaç ay yaşanan, belki olağanüstü olmasa da alışkanlık kazanma gerekliliği olmayan bir olgudur. Ancak, bizde adeta bir yaşam biçimi oldu.
Siyaseti televizyondan ve gazetelerden takip etme pratiğimizin hâlâ çok güçlü olduğu 2000’lerde bile siyasi tartışmalar, polemikler vs. ağırlıklı olarak genel başkanlar ve kurmayları üzerinden halka yansırdı. Bugün geldiğimiz noktada, saymakta zorlandığımız miktarda partinin taşra teşkilatlarına kadar her bireyi ile sosyal medyada karşılaşmamız mümkün. Herkesin eşit düzlemde kendini ifade etme olanağının bulunduğu bir ortamı tabii ki kötülemiyorum ama bu kadar karmaşık bir ortamda çokseslilik bazen demokratik olmayabiliyor. Çünkü liderleri ve partilerindeki güçlü isimlerin başını çektiği söylemleri evirip çevirip aynı şekilde paylaşan binlerle karşılaşıyoruz ve bu insanların farklı partilerdeki mevkidaşları ile çatışmalarına şahit oluyoruz. Bunun yanı sıra kendi başlarına ürettikleri değer yargılarıyla gönül verdikleri partinin önemli kanaat önderleriymiş gibi davranan yüzlerce fenomeni de katarsak sosyal medya tam anlamıyla ‘cümbüş’ benzetmesinin hakkını veriyor. Tabii AKP’nin hızına yetişemediğimiz nefret söylemleri ve kutuplaştırma politikaları, yalnızca AKP’lileri değil; bunu hükümet adına yaptıkları için ister istemez bütün Türkiye’yi etkiler hale geldi.
Evet, böyle bir ortamda CHP’nin başını çektiği bir muhalefet bloğu oluştu. Bu bloğun amacı AKP ile birlikte AKP’nin hukuk ve ekonomi üzerinde yarattığı tahribatı giderip Türkiye’yi daha nefes alınabilir, demokratik bir ortama kavuşturana kadar birlikte hareket etmek. 2019’da İYİ Parti ile birlikte hareket eden ve 2018’deki döviz krizinin ardından ortaya çıkan enflasyonu ana gündem haline getirerek toplumun en gerçek ve güncel sorununa hitap eden Millet İttifakı, bunun karşılığını belediye seçimlerinde gördü. Bu belediye seçimlerinin, son iki yıldır Millet İttifakı’nın her fırsatta haykırdığı “ilk seçimde gidiyorlar” coşkusunun altındaki özgüveni inşa ettiğini de göz önünde bulundurunca 2019’da izlenen yol ve elde edilen başarı hiç de fena değil.
Pandemide yoksulluk arttı, gelir adaletsizliği derinleşti, ekonomi yönetimindeki istikrarsızlıklar ve “yaptım oldu” politikalarının etkisiyle Türk lirasının geldiği nokta ortada. Bu sürecin içinde CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 2021’e günler kala Meclis’teki bütçe genel kurulundaki önemli konuşması, “Benim aday olmayacağımı nereden çıkardınız” minvalindeki çıkışı ve tabii ki aynı dönemde başlayan kamucu söylemleriyle birkaç ay öncesine kadar doğrusal bir ilerleme kaydetti. Beşli çeteyi karşısına alan, gelir adaletsizliğine vurgu yapan; KYK, ÖTV ve EYT gibi konularda toplumun geniş kesimlerinin yararına politikalara öncelik vereceğini belirten Kılıçdaroğlu, Milletin Sesi mitingleri ile Adalet Yürüyüşünden beri belki de en “formda” dönemini yaşıyordu.
Seçim atmosferinin bu kadar uzun bir döneme yayılması, toplumun en güncel sorununun bile eskimesine neden olabiliyor. Böyle bir ortamda Altılı Masa olarak genişleyen Millet İttifakı’na, 2015’ten beri toplumsal muhalefeti oluşturan partilerden biri olarak HDP’den önce Saadet Partisi, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi de dahil olunca muhafazakâr seçmenlerinin hassasiyetlerini gözeten tutumların arttığı gözlemlenir oldu. Kemal Kılıçdaroğlu ve kurmayları bu konuda, kendi çocuğu mağdur olsa da dışarıya karşı “çuvaldızı kendine batırdığını” göstermek için komşunun çocuğunun “hakkını” teslim etmeye çalışan bir baba gibi davranıyor. Tabii bu örnek, CHP’nin seküler bir tabanla özdeşleşmiş olmasına dayanıyor. Boğaziçi Direnişi’nin ilk zamanlarını herkes hatırlayacaktır. O günlerde CHP’li, seküler ama toplumsal alışkanlıklar konusunda gelenekçi, orta yaş ve üzeri bir insanın ağzından “CHP’liler Boğaziçi ile ilgili açıklama yapmıyorsa oradaki öğrencilerde de sorun vardır” tarzında bir yorum çıktığına birebir şahidim. Ülkenin büyük bir kesimini oluşturan öğrencilere; yaşam tarzı, kimlik ve cinsel yönelim üzerinden bu denli bir önyargı, CHP’nin belli bir kitlesinde bile varken partinin gerekli desteği, zamanında gösterememesi ve Faik Öztrak’ın “mukaddes değerler” konusunda, öğrencilere destek olma sorumluluğundan çok daha hızlı davranması akıllarda. Bu şekilde ülkenin gençlerini ve en prestijli üniversitelerinden birinin öğrencilerini, orta yaş ve üstü muhafazakârların “hedef göstermelerine” mağlup etmekten başka bir şey yapmamış olursunuz.
Tam da o günlerde Medyascope’ta Ruşen Çakır’ın programına konuk olan Can Kozanoğlu’nun CHP’yi “alkolsüz bira”ya benzetmesi[1], o günden beri CHP’nin kendi tabanının kültürel kimliğini, muhafazakarların hakkını savunduğu kadar savunamadığını hissettirdiği her zaman paylaşılan bir ifade oldu. Benim de çok sahiplendiğim bu benzetmeyi Twitter’da sabitlenmiş paylaşım olarak tuttuğumu söyleyebilirim ki benim aldığım kesitte Kozanoğlu’nun bu konu özelindeki eleştirisini hızlıca dinleyebilesiniz diye tweet linkini paylaşıyorum. Can Kozanoğlu aynı konuşmada, Mirgün Cabas’ın hazırladığı söyleşi kitabı Bıçkın ve Ağlak’da da gördüğümüz gibi, CHP’nin “yurttaş hakkı” ve “kul hakkı” kavramlarının, söylemlerindeki yoğunluklarına da vurgu yapıyor. Gerçekten de bu tespitleri anlattığı günün üzerinden geçen bir buçuk senede gördüğümüz gibi “muhafazakârların hakkını savunma” çabalarının, toplumun geniş kesimlerinin güncel sorunlarına dokunma gerekliliğinin önüne geçmemesi gerekiyor. Çünkü kul hakkını savunmak ve yurttaş hakkını savunmak, laik ve sosyal bir hukuk devletini yönetme iddiasına sahipseniz, iki ayrı uçtadır. Gerisi sizin tercihinize kalmış.
[1] Haftanın Konuğu – Can Kozanoğlu Ruşen Çakır’ın sorularını cevaplıyor, 03.02.2021 https://www.youtube.com/watch?v=E2GzkQzFKEk (Son Erişim: 18.10.2022)