Merhaba dostlar, iyi seneler! Bir aylık aranın ardından bu yazımda da Avrupa’da gözlemlediklerim ve beni şaşırtan anılarla karşınızdayım. Biraz sonra okuyacaklarınızı içinizden bilen, duyan, fark eden olacaktır. Bu yüzden ben, “Yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat,” diyen okura ve hayata garplının baktığı yerden bakana ulaşmaya çalışıyorum. Lafı daha fazla uzatmadan sizi Alsas’ın en güzel şehri Strazburg’a götürmek istiyorum.
Strazburg Üniversitesi’nde Euroculture (Avrupa Çalışmaları) programında yüksek lisans öğrencisiyken aldığım en ilginç derslerden biri, Avrupa’yı merkeze alan düşünce anlayışını eleştiren Against Eurocentrism: Decentering Europe idi. Bu derste beni en çok şaşırtan dersin muhteviyatı değildi. Zira Edward Said’in ünlü eseri Şarkiyatçılık’tan Chakrabarty’e bu alanın en bilinen isimlerinden ve maduniyet çalışmalarından 19-20 yaşlarında bir lisans öğrencisiyken tanışmıştım. Hatta kendim de şarka ait olduğumdan bu metinlerde anlatılan pek çok şeyi anlamam ve yorumlamam çok da zor olmamıştı. Bu yüzden, benim için Strazburg Üniversitesi’ndeki dersi enteresan kılan, dersi birlikte aldığım diğer arkadaşlarımdı.
Strazburg’daki Euroculture programının öğrencileri daha çok Batı Avrupa’dan geliyordu. Dünyanın en küçük ikinci kıtası olan Avrupa’nın Batı Avrupa, Kuzey Avrupa, Orta Avrupa, Doğu Avrupa, Güneydoğu Avrupa, … gibi sınırları pek belli olmayan bölgelere ayrılması hâlihazırda Avrupalıların kendilerini ve küçük kıtalarını ne kadar önemsediklerini gösteriyor, öyle değil mi? Hatta Batı Avrupa İspanya, Portekiz gibi ülkeleri de içerdiğinden ben bu bölgeyi daha da daraltarak o “altı” ülkeden geldiklerini söylemeyi Batı merkezci düşünce anlayışına daha yakın ve uygun görüyorum. Yani, Avrupa Birliği’nin temellerini atan altı ülkeden bahsediyorum. İngilizcede bunlara “the Six” diyorlar. “Alt tarafı iki-üç tane ülke adı yazacaksın, lafı amma da uzattın!” dediğinizi duyar gibiyim. O zaman arkadaşlarımın İtalya’dan, Almanya’dan, Fransa’dan ve Hollanda’dan geldiğini söyleyerek bu paragrafı bitiriyorum.
Geriye kalan üç öğrenciden biri Estonya’dan, diğeri Kazakistan’dan ve sonuncusu da şarkın göbeğinden, küçücük kalan o şark imparatorluğunun en nadide (!) şehrinden geliyordu. Bu yüzden, şarklı olmanın ne demek olduğunu iyi bildiğinden ve yaşamında şarkiyatçılıkla ilgili pek çok anıya sahip olduğundan -şüphesiz bu anılar hocasının gönlünü fethetmeye yetiyordu- rahatlıkla dersten en yüksek notu alabiliyordu. Ya da dönem sonunda bir arkadaşıyla Bizans ve Osmanlı hamamları üzerine konuşurken “Hamamlarda oryantalist şeyler de var mı?” sorusuna muhatap olup “Be adam bunca zamandır bu dersi birlikte alıyoruz, hiç mi bir şey öğrenmedin!” diyordu için için.
Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir şey var. Batı Avrupa dışından gelen Estonyalı ve Kazak arkadaşlarım ne Edward Said’in adını duymuşlardı ne de şarkiyatçılıktan haberleri vardı. Bunun kanımca birkaç sebebi var. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki ve Türkiye’deki akademik eğitimin bu iki ülkeninkinden daha iyi olması bu sebeplerden biri olabilir. İkinci bir neden, bu ülkeler uzun süre Rus egemenliği ve komünizm altında yaşadıklarından Avrupa merkezci bakış açısına çok fazla maruz kalmamış olması olabilir. Bu da onların akademik ve düşünce hayatında şarkiyatçılığın pek öne çıkan ve benimsenen bir düşünce olmaktan çıkmasına yol açabilir. Ama ne ilginç ki, Batı Avrupalı arkadaşlarımın neredeyse tamamı da şarkiyatçılıktan, maduniyet çalışmalarından, Avrupa merkezci bakış açısından bihaberdi. Bu gerçekten yola çıkarak acaba diyorum, şarkiyatçılığı biz mi çok sahiplendik? Yani, yüksek lisans öğrencilerinden oluşan ve çoğu dünyanın saygın üniversitelerinde okumuş on kişilik sınıfta benimle birlikte sadece iki kişinin Edward Said’in adını duyması normal mi?
Bu noktada en ilginç itiraf sınıftaki Alman arkadaşımdan geldi. Hem lisansında hem de yüksek lisansında Avrupa Çalışmaları/Avrupa Birliği okumasına rağmen Avrupa’yı hiçbir derste eleştirmediklerinden ve Avrupa’yı eleştirmenin onun için yeni ve farklı bir durum olduğundan bahsetmişti. Her ne kadar dersin sonunda bu arkadaşımızın düşüncelerini değiştirmeyi ve ona bambaşka bir bakış açısı kazandırmayı başarsak da insan düşünmeden edemiyor: Eleştirel aklın doğduğu topraklardaki üniversiteler ve akademik ortam, neden kurdukları birliği, sistemi ve medeniyeti eleştiren bir düşüncenin tartışılmasından imtina ediyor? Belki de maruz kaldıkları anlatı yüzündendir. Çünkü o Birlik ki, birbirini yıllarca boğazlayan halkları kardeş kılmış, sınırları kaldırarak ticaretini artırmış ve artırdıkça da büyümüş, Sovyetler Birliği dağılınca post komünist ülkeleri de Birlik’e üye yapmış ve bunun sonucunda 2012’de Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüş. Burada hemen AB’yi bir şer odağı veya Hristiyan kulübü olarak görmediğimi belirtmek istiyorum. AB’nin dünya sisteminde önemli bir aktör olduğunu kim inkar edebilir? Komşu ülkeleri değiştirme ve dönüştürme gücünü eskiye nazaran yitirmiş olsa da en azından kendi sınırları içerisinde liberal değerlerin koruyucusu olduğunu kim görmezden gelebilir? Ama yüksek lisans programına başladığım günden beri maruz kaldığım en büyük anlatı, Avrupa’nın her şeyi nasıl kendine özgü yolla yaptığı ve başardığı. Örneğin, daha Komisyon Başkanlığı’na adayken Strazburg’daki Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada başkan olduğunda her şeyi nasıl Avrupai tarzda yapacağından bahsediyordu Ursula von der Leyen. Şüphesiz bu anlatı von der Leyen’in konuşmasının sınırlarıyla yetinmiyor, bireylere de sirayet ediyor. Böylece pandemide Schengen Bölgesi’ndeki devletler kendi sınır kontrollerini yapmaya başladığında pasaport kuyruğunda bekleyen bir Avrupalı genç rahatlıkla kendini “mülteci” gibi hissedebiliyor. Öyleyse, mülteciliğimiz hayırlı olsun, havalimanında “Others” bölümünde sıraya giren dostlarım!
Tabii, düşüncelerini değiştirmeyi başaramadığımız kişiler de vardı. “Lanet olası” olarak tanımladığı sadece Avrupa’yı eleştiren bu dersin bitimine sevinen; Jean Monnet’den, Jacques Delor’dan daha çok Avrupa Birliği düşüncesini benimsediğine yemin edebileceğim İtalyan arkadaşım onlardan biriydi. On iki haftalık bir tartışma sonucunda hâlâ Hindistan’ın dünyaya köri çorbasından başka bir katkısı olmadığını savunan, bana Türkiye’de plajda çıplak halde bulunursam başımın kesilip kesilmeyeceğini soran başka bir Alman arkadaşım da o gruptaydı.
Yani, sevgili Said ve Avrupa merkezci düşünceyi kırmaya çalışan diğer sosyal bilimciler, acaba biz ne yaparsak yapalım ve önlerine hangi çalışmayı koyarsak koyalım Avrupalıların düşünce yapılarını tam anlamıyla değiştiremeyecek miyiz? Belki de. Ama neyse ki en azından kulaklarına biraz kar suyu kaçırmayı başarabiliyoruz.