Bir gün savaş biter, herkes evine döner değil mi?
Eve dönmek için illa valizini toplayıp uzun bir yola mı koyulmak gerek? Bir gün bir aynanın karşısında otururken olduğun kişiyi bulmak ya da ilk defa hissettiğin bir hazzın uğruna ömrünü adamak da eve dönmek değil midir? Çoğumuzun terapide güvenli alan olarak evini belirlemesine şaşırmamalı. Ancak bir seansta o evin kapısını açacak gücü bulamadığımda eve dönmek için önce kendimi bulmam gerektiğine emin oldum.
Kriz anında o butona vurarak birilerini öldürmedim ancak özel olduğunu hisseden birinin hayatın sunduklarıyla yüzleştiği an içinde bulunduğu kırılma anını koklamak pek zor değil. Pearl’ün hikayesi de gitmek, dönmek ve beklemek üçgeninde sıkışan bir ruha odaklanıyor. Gün gelip zincirlerini kırdığında kendini bulduğu yer ise aslında başta sorduğum sorunun cevabında gizli. İçimizdeki savaşlar, esiri olduğumuz şeytanlar ve dokunabildiğimiz kabuslarımız üzerine bir dizi düşünce. Hayal kurmak ne kadar tehlikeli olabilir ki?
Slasher eskiye, biz deliye
Korku/gerilim türünü çocukluğumla ilişkilendirdiğimden midir bilmiyorum, asla bu türe ait filmleri pas geçmeye içim elvermedi. Çocukken kardeşimle salonda çadır kurup erittiğimiz ucuz seriler, mahalleden arkadaşlarımla Ezgi Müzik’ten CD kiralayıp izlediğimiz korku filmleri belki de korku/gerilim türünün sinemada olmasa da benim hayatımda öncü tür olmasını sağladı. Hiçliğin ortasında bir çiftlik evini mekan edinen Pearl ise gerilimi banliyö yalnızlığından temellendirerek, parlak renklerin içinde ışıklı sahnelerin hayalini kurduran bir hikaye haline getiriyor.
Pearl’ün slasher algısına odaklandığımda ise benim filmden aldığım hissiyat çoğu kişiyle ayrışıyor. Bilir kişi olduğumu iddia etmiyorum ancak nasıl Carrie (1976) teen slasher kategorisinde bir sayfa açtıysa, Pearl de bana göre kendi segmentinde öncü bir yerde konumlanıyor. Hatta bu iki filmi bu kadar ilişkilendirmemin nedeni filmlerin sonlarında kullanılan kurgu tekniklerinden kaynaklanıyor olabilir. Brian De Palma Carrie’nin en vurucu sahnesinde ekranı ikiye bölmeyi tercih ederken, Ti West’in yansımalara başvurduğunu görüyoruz.
Slasher tarzının tekdüze öldürüsünün karşısında yok etmenin hazzını empati kurulabilir bir hikayeye yayan film, bu yönüyle insanın kendini sorgulamasına yol açacak kadar keyif alınası bir kurguyu önümüze getiriyor. Ve belki de empati kurmaya yaklaştığımız anlar, bir canavarın doğuşunu izlerken içimizdeki gizli canavarın okşanmasından aldığımız zevk ile örtüşüyordur. Pearl’ü sevmek, Pearl’ü anlamak ve içten içe Pearl’e hak vermek utanılacak bir şey değil.
“Ama ben özelim”
Korku/gerilim etiketleri altında yer alan bir filmden beklenmeyecek bir renk paleti, çiftlik sakinliği ve duygu durumlar arasında adeta sörf yapan bir karakter arasında geçirdiğimiz 102 dakika sonlandığında ise kendimizi şu soruyu düşünürken buluyoruz: Hissettiklerimizi eyleme dökmenin önünde bir bariyer olan hayallerin kopma noktası nerede gerçekleşti?
Hikayenin başına dönelim. Sene 1918, Teksas’ta bir çiftlikteyiz. Pearl’ün eşinin de arasında bulunduğu pek çok Amerikalı erkek savaşa gitmiş. Büyük Buhran’a çeyrek kalan bir dönemde, İspanyol gribi salgını baş göstermişken bulundukları yerde kalıcı olamamaktan korkan göçmen bir ailenin akşam yemeğine konuk oluyoruz. İspanyol gribine yakalanmış baba, despot görünen ancak koruma içgüdüsünden emin olduğumuz anne ve geceleri gizlice samanlıkta dans eden, evcil hayvanı timsah olan bir kız. Pearl, savaşa gideli epey olmuş ve artık umutların kesilmeye başladığı kocasının döneceği günü bekliyor. Bunun için en büyük motivasyonu da yaşadığı çiflikten ve hayattan kurtulmak. Bir şekilde çiftliği terk edeceği ve arkasına bakmayacağı o günü bekliyor. Kocasının dönüşüne dair umutları azaldığında da, tünelin ucundaki parlak ışığın yerine bir gün büyük bir dansçı olma hayalini koyuyor.
Pearl’ü aslında tam bir slasher olarak tanımlamak da pek doğru değil. Daha çok slasher’a yakınsayan bir dram filmi olarak ele alabiliriz. Burada ise cinayetlerin olağan slasherın değindiğimiz tekdüzeliğinden uzakta konumlanması fark yaratıyor. Baştaki ördeği saymazsak Pearl’ün kurbanlarını annesi, babası, sinemada tanıştığı yerel makinist ve eşinin kız kardeşi Mitsy olarak sıralayabiliriz. Düşünülenin aksine bu cinayetlerin hiçbiri içten gelen sapıkça hisle işlenmiyor. En azından kırılma anına bu cinayetlerden herhangi birinin neden olmadığını söylemek mümkün. Annesini öfkeyle, babasını merhametle, makinisti hayal kırıklığıyla, Mitsy’i de kıskançlıkla öldürüyor. Pearl’ün ipleri koparmasının önünü açan esas sahnenin, aslında arkasında sakladığı karanlığı salmasına engel olan büyük hayalinin gerçeklemediği an olduğunu söyleyebiliriz. Bunu kendi cümlelerinden duyduğumuzda emin oluyoruz:
“Ben özelim.”
Alt benliğinin gelişmesinde en önemli unsur olan yalnızlığı ve akabinde gelen kendini kıyaslayabileceği biri olmaması hali Pearl’ü en iyisi olduğuna inandırıyor. Ve bir gün gerçek dünyada en iyi olmanın yetmediği ve her zaman rekabet içinde olunabilecek birilerinin yer aldığı gerçeğiyle yüzleştiğinde filmin başından beri aşina olduğumuz ruh hali içinde sörf yapma yeteneği yerle bir oluyor. Saf öfke ve saf acının gölgesi altında, son olduğunu bilmeden jübile dansını gerçekleştiren bir karakterin çığlıkları bugüne kadar tarihte yaşanmış tüm hayal kırıklıklarını bir ağıt edasıyla seyirciye aktarıyor.
Sinemanın sinema düşkünlüğü
Özellikle ana karakterin dönüşümüne parmak basılan çoğu filmde sinemanın dönüştürücü unsur olarak kullanılmasını seviyorum. Birbirinden farklı konulara değinseler de bir şekilde kendi hayatından kaçmak isteyen karakterlerin sinemanın açtığı çıkış kapısının önünde buluşması, kendinden temellenen bir sanatın açık uçluluğu karşısında büyülenmemizi sağlıyor. Belki de en kötü olarak nitelendirebileceğimiz bir karakteri bile hayal kurarken görmek, hayal kurmanın tehlikelerini öngöremediğimiz anlarda bir çeşit “sinemaception” halinden aldığımız hazzı artırıyor. Pearl’ün küçük dünyasında kendini beyaz perdeye yakın hissetmesi hatta bir adım ileriye giderek kurduğu yıldız olma hayalleri ne alışılmadık ne de tehlikeli. Ancak hamurunda akan bir hayatın dokunuşları olmayan birinin kurduğu hayaller, peşinden gelen yıkım ihtimalini öngörülemeyecek derecede tehlikeli kılıyor.
Ve bir gün o yıkım gerçekleştiğinde aslında en başta sorduğumuz soruya geliyoruz. Pearl’ün içinde verdiği savaş bitiyor, kendini buluyor ve evine dönüyor. İçinde başından beri her elementinin var olduğu son bir akşam yemeği masası ile savaştan dönen kocasını karşılaması sadece bir kavuşma kutlaması değil. Kendini bulduğu an yarattığı yeni gerçekliğinde evine tekrar dönmesinin hikayesi. Masaya koyduğu domuzdan da günlerdir ölü olan ailesinden de vazgeçemediğini, evini benimsediğini ve artık bastırmadığı benliği ile bütünleşerek hayatla olan kavgasından galip geldiğini hissediyoruz.