Bu yazı sadece bir düşünce akışının ürünü. Bu akışta risk ve felaket arasındaki farkı ve bu farkın belirlediği sorumlulara değineceğim. Sorumluların bizim hayatımız üzerindeki tahakkümüne, bunun yarattığı çaresizlik hissine ve toplumsal travmaya değineceğim. Bu yazı, şubatta yaşadığımız yıkımın ardından dolduğum keder ve öfkenin yalnızca dağınık bir ürünü.
Risk konuşmakla başlayalım. Tarihçiler risk kelimesinin kökenini ortaçağda Hindu-Arap matematiğine dayandırıyorlar[1], ama günümüzdeki anlamına yakın haliyle risk (risicia), 14. yüzyılda İtalyan denizcilerin yolculuk tecrübelerinde de bulunabilir.[2] Sığ kayalıklar gibi, yolculukta tehlike doğurabilecek şeylerin etrafından gemiyle dolanıp kendinizi korumanız gerektiğinde buna risicia, yani “cüret etmek” denirmiş. Fakat Schmid’e göre, bu denizcileri spekülatif riskleri göze alan kişiler olmaktan ziyade yolculukların getirdiği avantajlardan ötürü tedbirli maceracılar olarak nitelemek daha doğru.[3] Yani burada bir korkudan öte bir kazanç beklentisi olduğu söylenebilir.
Bugün bizler için riskler kaygı tonları barındırır ve ince ince hesaplanarak yönetilmelidirler. Risk kavramındaki değişimin modern zamanlar ile öncesi arasındaki temel farkı belirlediğini iddia edenlerin[4] şahsen biraz ileri gittiğini düşünmekle birlikte, tehlikenin riskten ayrılışını, modern toplumları karakterize eden önemli bir kavramsal fark olarak kabul edebiliriz.[5] Günümüzde tehlikeler kontrol edemediğimiz afetleri nitelerken, riskler de bu tehlikelerden doğan zararların insanın ihmalkarlığı ile olan ilişkisine işaret eder. Dolayısıyla, riskler yaptığımız seçimlere bağlıdır.
Burada elbette kimin seçimlerinden bahsettiğimiz önemli. Çoğu liberal olmak üzere, birçok düşünür ve yazar bireysel seçimlerden bahsetmeyi çok seviyor. Söz gelimi, Marin evsizliği bir çeşit “gönüllü sürgün” olarak nitelemişti. Marin’e göre evsizler, yüzlerini bizden ve bizim hayatımızdan (sanki onlar bizden değillermiş gibi) çevirmiş yerel mültecilerdir.[6] Açıkça, evsizliği egzotikleştiren bu elitist bakış açısı sokakta uyumanın ne demek olduğunu tahayyül edemiyor. Yıllardır İBB, kışın spor salonlarında evsizleri kendi tabirleriyle “ağırladı”, “misafir etti” (yine, sanki onlar bizden değillermiş gibi). Onlarca evsiz kaçtı bu misafirlikten. Kaçmayı seçtikleri doğru. Fakat, içeride uyuşturucu satıldığını, dayak atıldığını, zorla banyoya sokulduklarını anlattıkları[7] bu yerdense sokakta kalmayı “seçmiş olmak” gerçekten de bir seçim midir? Her ne kadar risk söylemleri çoğu zaman neoliberalizme içkin olsa da, risk konuştuğumuzda bu şekilde bireyi çaresiz bırakan yapılara atıfta bulunarak konuşmak doğru olandır diye düşünüyorum. Çünkü, tekrarlamak gerekirse, kimin seçimlerinden bahsettiğimiz önemli.
Bu çaresizlik hissinden gına geliyor bazen; öfkeleniyoruz, yoruluyoruz, ne kişisel hayatlarımızda ne de yaşadığımız ülkede hiçbir şeyi değiştirmeye gücümüz olmadığını hissediyoruz. Öte yandan, her ne hikmetse, evsiz kaldığımızda bireylere ait olan seçimler toplumsal-politik bir krizde, örneğin yüzbinlerin hayatını alt üst eden “felaketlerde”, kader oluveriyor. Yaptığımız seçimlerin aslında bize birilerinin sunduğu çok kısıtlı bir yelpazeden çektiğimiz yarım yamalak kararlar olduğunu biliyoruz. Asıl büyük seçimleri ise bu yelpazeyi hazırlayanların yaptığını, dolayısıyla da başımıza gelecek felaketlerden doğacak risklerin yönetiminin asıl sorumlularının onlar olduğunu.
Her türlü eşitsizliğin derinlemesine yaşandığı yerlerde doğal felaketlerin sonuçları daima politiktir. Kontrol edemediğimiz risk ve tehlikelerin en büyük mağdurları eşitsizliklerin de en büyük mağduru olanlardır. Siyasilerin sorumluluğunu üstlenmediği her bir risk, maalesef bizlerle kurumsal siyaset arasında bir şiddet ve istismar ilişkisi doğuruyor.
Şiddet söylemi tabii son zamanlarda çok popüler oldu. Biraz da içi boşaltıldı. Fakat bilhassa antropoloji literatüründe şiddeti ve istismarı bireysel bağlamından çıkarıp yapısal ve politik bir düzleme oturtan çok güçlü ve köklü kavramsallaştırmalar var: Yapısal şiddet ve ızdırap[8], sembolik şiddet[9], gündelik şiddet[10], ve lümpen istismarı[11] gibi. Şiddet, kısaca, yaygın kullanımda, bireylerin birbirine zarar vererek ve acı çektirerek güçlerini kötüye kullanması olarak tanımlanabilir. Tıbbi anlamda istismar, bireysel ilişkide kurbana uzun dönemli travma yaşatacak biçimde failin gücünü kötüye kullanışıdır. Kurbanın maruz kaldığı şiddet, üzerinde ağır fiziksel ve duygusal etkiler bırakabilir. Aynısını başta bu patriyarkal ekonomik düzen olmak üzere tüm politik yapılar da yapmıyor mu? Daha özelde, egemen siyasi söylem de yapmıyor mu bunu yaşadıklarımıza kader diyerek? Bu ülkede yüzbinlerce insan yaşadıkları eşitsizlikleri hayatın doğal seyri zannediyor. Birileri çeşit çeşit araba sahibiyken bir başkasının çocuklarını kurutma makinesiyle ısıtmaya çalışması kaderin doğal çarkı mı? İnsanlar çadır bulabilmek için çığlıklarla yardım beklerken ekranlarda milyonlarca para uçuştu nereye gittiğini bile hala bilmediğimiz. Bunların hiçbiri kontrol edilebilir şeyler değil miydi?
Sonuç olarak, biz ne yaşadık, yaşıyoruz? Yaşadıklarımız kader de değil, bireysel olarak yönetebileceğimiz riskler de değil. Bunlar kısaca kurumsal iktidarın yönetmemeyi tercih ettiği riskler sonucunda bize uyguladığı şiddetin yarattığı ağır travmalar.
[1] Bernstein, P. L. (1998). Against the Gods: The Remarkable Story of Risk. New York: John Wiley & Sons, Inc.
[2] Keller, 2004, akt. Schmid, 2006, s. 3.
[3] Schmid, G. (2006). Social Risk Management Through Transitional Labour Markets. Socio-Economic Review, 4(1), 1-33.
[4] Örn. Bernstein, 1998.
[5] Luhmann, N. (1990). Technology, environment and social risk: a systems perspective. Industrial Crisis Quarterly, 4(3), 223-231.
[6] Marin, P. (1987). Helping and Hating the Homeless: The Struggle at the Margins of America. Harpers Magazine, 39-49.
[7] Bekaroğlu-Doğan, Y. (2018). Küreselleşen İstanbul’da Evsizliğin Sosyal Hizmet Perspektifinden Analizi (Beyoğlu Örneği). Yalova: Yalova Üniversitesi; Dursunoğlu, Ş. (2020). Homelessness at the Dining Table: Needs-Talk in the Hayata Sarıl Restaurant. Boğaziçi University: Ulusal Tez Merkezi.
[8] Farmer, P. (1996). On Suffering and Structural Violence: A View from Below. Daedalus, 125(1), 261-283.
[9] Bourdieu, P. (2001). Masculine Domination. Stanford: Standford University Press.
[10] Scheper-Hughes, N. (1992). Death Without Weeping. California: University of California Press.
[11] Bourgois, P., & Schonberg, J. (2009). Righteous Dopefiend. Berkeley: University of California Press.