1980’lerin başında Florya Plajı’nın halka açılmasından sonra bir gazete başlığı atılmıştı, hemen hemen herkesin malumudur: “Halk plaja akın etti, vatandaş denize giremiyor.” Geçen günlerde sosyal medyada benzer mevzular adeta yeniden hortladı. İzmir’de bir grup çocuk sahil şeridinde denize girip eğlenirken görüntüleri çekilmiş. Çocukların Suriyeli oldukları iddiası var. Videonun üzerine “Suriyeliler sezonu dolu dolu yaşıyor…” başlığı atılmış. Bu video da Twitter’da “İzmir’de Suriyeliler sahil şeridi boyunca denize girmeye ve çevreye rahatsızlık vermeye başlamış. Yetkililerin dikkatine.” yazılarak paylaşıldı[1] (Bu arada videoda görüldüğü kadarıyla, ekstra herhangi bir rahatsızlık verme durumu yok. Sadece suda eğlenen çocuklar hayal edin.) Bu tweet’i alıntılayan bir başka kullanıcı da “İzmir’in gelir seviyesi düşük çocukları buradan atlar. 1920’de Yörük çocuklarıydı, İzmirli rahatsızdı. 40’larda, 80’lerde Kürt çocukları rahatsız etti aynı yerde İzmirliyi. Hep bir grup çocuktan rahatsız olmuş İzmirli.” diye yazdı[2]. Bu tweet, üç gündür aklımdan çıkmadı, çünkü, en başta bedensel eşitsizlik olmak üzere, bu konu üzerine konuşulacak çok şey var. Yazılacak şeyler de var.
Mekanlara atfedilen kültürel kodların “biz” ve “onlar” ayrımı yaratmakta büyük bir mahareti vardır. Demem o ki, burada denize gitmeye hakkı olan “medeni biz” grubu ve yüzmeye hakkı olmayan “vahşi onlar,” “ötekiler” haricinde bir aktör daha var: O da plajlar veya kıyılar. Su (denizler, okyanuslar, nehirler, göller, kanallar, kıyılar, plajlar…) üzerinden yapılan milliyetçi okumaların insanlar arasında[3] ve insan ile insan olmayanlar arasındaki[4] eşitsizlikleri nasıl yeniden ürettiğini ve derinleştirdiğini daha önce iki farklı yazıda anlatmıştım. Bu yazıda sözünü edeceğim bedenler arası eşitsizlikler de bir şekilde doğayla, suyla ilişkileniyor.
19. yüzyıldan, Avrupa pozitivizminden bize kalan kültür-doğa ikiliği suyu da doğanın kalanı gibi insan varlığından, toplumdan ayrılmış ve gözlemlenmesi, kontrol edilmesi gereken bir varlık olarak okuyor. Bu okuma, ne kadar öyle görünse de aslında insanları doğadan tam olarak ayırmış değil, en azından tüm insanları. Grotesk bedenler olarak ötekiler, bir çeşit hilkat garibesi (lusus naturae) gibi, medenileşememiş ve doğa ile bağını uygar bir seviyeye getirememiş hayvani insanlardır. Bu ötekileri kimi zaman normatif güzellik algısını karşılayamamış kadınlar, kimi zaman LGBTİ+ bireyler, kimi zaman da asimile olamamış azınlık ırki ve etnik gruplar oluşturur İzmir sahili örneğinde olduğu gibi. Çoğu zaman ise bunlardan bir veya birkaçının yoksul sınıf kimliği ile bir çeşit kesişiminde bulunurlar.
Bu bedenlerin “medeni” çevreye “rahatsızlık vermemeleri” için örtünmeleri elzemdir. Bu noktada giysi çok önemli bir disiplin aracıdır. Nerede, nasıl davranacağınızın sınırlarını çizer (Hele de üniformalar!). Evsizler örneğinde konu giysilerden çıkıp kat kat battaniyeler etrafında da konuşulabilir, çünkü kimse sokak ortasında yaşanan bir özel hayat (yani sokağı yatağı yapmış bir insan – bu herhalde groteskliğin zirvesidir) görmek istemez; evsiz de kendini gizlemek ister zaten. Plajlar bu anlamda çok risklidir, çünkü giysilerinizden kurtulursunuz orada. Söz gelimi, zamanında Caddebostan sahilinde açılan plaja halkın büyük rağbet göstermesi bir haberde[5] şu şekilde anlatılıyor:
Ancak plajların açılmasından sonra bu bölgede spor aktiviteleri yapanların yerini, ortalık yerde soyunup giyinenler, sere serpe güneşlenenler, hatta mangalla piknik yapanlar almaya başladı. Plajda dahası, özellikle Bağdat Caddesi, Caddebostan ve Fenerbahçe civarında oturan vatandaşlar, bu manzarayı görmemek için plajın bulunduğu bölgeye uğramaz oldular. Plajın yakınında bir villada yaşayan ve ismini açıklamayan bir Caddebostanlı, “plajın açılacağını duyunca oldukça sevindim. Ancak bir hafta sonra işin ne kadar vahim olduğunu gördüm. Artık eşimle evimin balkonunda oturamıyorum. Çünkü her an bir kişi üzerini çıkartıp mayosunu giyebiliyor. Bu işe kesin bir çözüm bulunması gerekiyor. Taşınmayı bile düşünür hale geldim” diyor.
Çıplaklığın tehlikeli formu genelde ötekilerin bedenlerine mahsustur. Örneğin, kimse Michelangelo’nun Davut heykelinden benzer türde gelecek kaygısı ile ilişkili bir rahatsızlık duymaz. Fakat, ötekinin mayosu alarm çanlarını çalıştırır; bölgeden uzaklaşmayı, “taşınmayı bile düşünür hale gelmeye” neden olur. Bunun nedeni elbette Davut heykelinin bir medeniyet simgesi olması, çıplaklığın ise doğaya ve vahşi hayata ilişkin olmasıdır, tıpkı Orman Kitabı hikayesinin Mowgli’si gibi.
(Film: Mowgli, 2018)
Yine de doğanın, denizin keyfini sürmek doğaya yakın olanın, vahşi olanın değil, ilginç bir şekilde medeni olanın hakkıdır. Denizin tadını günümüz plaj kültürü çerçevesinde çıkarmak bu varlıkla kurulan tahakküm ilişkisinin bir uzantısı olarak düşünülebilir. Medeni dünya, suya girmeyi ve denizi izlemeyi çok sever; fakat onu kirletmenin veya paylaşmanın sorumluluğunu ne kadar üstlenir? Nitekim suyla kurulacak emek ilişkisi ile eğlence ilişkisi farklıdır, farklı bedenler aracılığıyla kurulur. Öteki bedeniyle doğmuş bir insan suda balık tutmak için, geçim sağlamak için bulunuyorsa büyük ihtimalle bunun beyaz Türk açısından hiçbir mahsuru yoktur (Su kaynaklarının geçim için eşit dağıtıldığı bir bağlamdan bahsediyorsak eğer tabii. Bunun böyle olmadığı bir durumun örneğini yukarıda bahsettiğim yazımda[6] yazmıştım). Elbette, iş eğlenceye ve boş zaman aktivitesi olarak plajda vakit geçirmeye gelince işin rengi değişir. Denizde eğlenmek sınıfsaldır. Feza Kürkçüoğlu[7] bir yazısında 1990’lardan sonra plaj anlayışının ne kadar değiştiğine değinirken şunları ifade ediyor:
Eski plajların yerine geldiği iddia edilen bu yeni “beach”lerde hayat daha farklıdır. Aslolan denize girme değil, eğlenmedir. Akla hayale gelmeyecek kadar çok çeşitli “aktiviteler” ile birlikte gün boyu müzik, yeme ve özellikle içme vaat eden beach’lere girmek ise sadece ama sadece parası olanların başarabileceği bir iştir.
Kısacası, orta sınıf gibi eğlenmeyecekseniz eğer, Suriyeli çocuklar gibi suya girecekseniz eğer, hiç eğlenmeseniz daha iyidir.
Sonuca gelmişken, şunu da eklemekte fayda var: Günümüzde medeni dünyanın doğa ile kurduğu ilişki değişiyor ve samimileşiyor. Her sabah tabiatla iç içe olmanın, Bali ormanlarında meditasyon yapmanın, emeklilikte Ege’de bir sahil kasabasına yerleşmenin güzelliklerinden dem vurulduğunu bol bol duyuyoruz. Kulağa çok güzel gelmekle beraber bu anlatıların ne kadar sınıfsal olduğunun; ikinci olarak da kendi başına, doğa ile etik değerler üzerine kurulu bir sorumluluk ilişkisi oluşturmayı vadetmediğinin altını çizmek lazım, çünkü bunlar tek başına yalnızca kaçış. William Cronon’un[8] romantik edebiyat akımının “el değmemiş bahçe” (wilderness) ideali üzerinden eleştirdiği gibi, doğayı yüceltmek yeniden doğa ile insan arasına bir mesafe konularak değil; onunla eşit bir ilişki kurmakta ısrar ederek olmalı. Bunu yaparken de her insanın, her çocuğun bu ilişkiyi kurmaya hakkı olduğu göz önünde tutulmalı.
[1] https://twitter.com/ataisik_/status/1668327929405665280?s=61&t=FD6Isr0frRaDS4XpmWnEvw
[2] https://twitter.com/xilourisefe/status/1668697302913916932?s=61&t=FD6Isr0frRaDS4XpmWnEvw
[3] https://areteportal.com/aral-golu-ve-cahil-koyluler/
[4] https://areteportal.com/bir-marmara-denizi-anlatisi/
[5] https://www.akasyam.com/halk-plaja-akin-etti-vatandas-perisan-12780/
[6] https://areteportal.com/aral-golu-ve-cahil-koyluler/
[7] https://birartibir.org/selam-olsun-bir-zamanlarin-hurriyet-diyarina/
[8] William Cronon, ed., Uncommon Ground: Rethinking the Human Place in Nature, New York: W. W. Norton & Co., 1995, 69-90.
Görsel: La Turquie Kamâliste dergisinde Salacak Plajı, Ağustos 1937. Zafer Toprak Arşivi