Her tarafımızı saran bir öngörülemezlik krizinden söz etmek istiyorum.
Bu satırları bir gece yarısı, ertesi gün işe geç kalacak olmanın kaygısıyla, neden geç kaldığımı açıklayacak cümleleri aklımın geri planında hazırlamışken yazıyorum. Yarın sabah ne yiyeceğimi bilmiyor ve bu gece sakinleştirici bitki çaylarımdan içmeyi reddediyorum.
I.
Mark Fisher (2011), Post-Fordizmin yeni bir stres biçimi ürettiğinden bahseder. Çalışanların kendi denetimlerini yapmaya başladıkları bu çağda, sürüklendikleri belirsizlik içinde, on dakikayı dahi kaybetme lüksü olmayan ve sürekli kendilerini geliştirmeye devam etmek zorunda olmalarını bu stres biçimi çerçevesinde açıklar.
Bireylerin bitmek tükenmek bilmeyen bir hazır olma hali içinde bulunmasının, bu hazırlık halinin sonucu alenen ortadadır. Her an iş kaybedebilirliğin ve gelir oranının değişebilirliği, çalışanları kaygı, depresyon ve umutsuzluğa kaçınılmaz olarak sürükler. Ancak bu kaçınılmazlık basit bir sebep-sonuç ilişkisinden oldukça uzaktır. Zira, tüm bu prekaryalık deneyiminin oluşturduğu kaygı, depresyon ve umutsuzluk, başka bir dünyanın mümkün olmadığı söylemini devam ettirmede çok önemli bir rol oynar. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimize ve alternatifsizliğe olan inancımızla kendimizi hapsolmuş buluruz. Aynı döngü böylece sürüverir.
Bu noktada karşımıza delüzyonel bir çözüm çıkar; bireysel tedavi. Dev ilaç şirketlerinin sunduğu kolay çözümler bu stresi bireye indirgemeyi iyi başarır. Bireyin problemi oldukça depolitize de oluveren biricik depresyonlarımızı sistem fırsata çevirebileceğimiz krizler gibi lanse eder. Televizyonlarda kendilerini iyileştiren insanların başarı hikayelerini izleriz. İyileşemeyen kendimiz, iyileşmeyi bile başaramayan varlıklara dönüşür. Buzdağının görünen kısmında bireysel depresyonumuzun başarısızlığı bize lanse edilirken, görünmeyen kısmında sistemsel ve yapısal depresyonumuz her geçen gün biraz daha kök salıverir.
II.
Fisher’ın bahsettiği dünyadan kaçabildiğimi düşünmüyorum. Kaçmak da pek mümkün değil zaten, -takdir edersiniz ki. Kendimin ve çevremin yaşadığı stresin, Fisher’ın anlattığının ötesinde olduğunu düşünüyorum.
Türkiye, Linkedin’de yeni başarı sertifikaları paylaşma zorunluluğunun stresiyle sınırlı kalabileceğimiz bir yer değil. Hepimiz Temmuz 2023’ten itibaren artacak kiralarımızın üç haneli zam oranlarını düşünüyoruz.
Severek yürüdüğümüz bir sokağın ne zaman kentsel dönüşüm şantiyesine dönüşeceğini kestiremiyoruz. Müziklerini çok sevdiğimiz bir barın ekonomik sebeplerle kapanıp kapanmayacağını hiçbir zaman bilemiyor ve yakın dostlarımızı kim bilir yılın hangi ayı bir uçakla dış hatlara tek yön uğurlayacağımızın saklı kederini yaşıyoruz. Onların peşinden bir başka Avrupa ülkesine göç ediversek mi diye düşünürken ne zaman döneriz, hatta döner miyiz, tahmin edemiyoruz. Regl olduğumuzda ağrı kesicimizi hangi saatte alırsak işe kramplar eşliğinde gitmeyiz diye ufak hesaplar yapıyoruz.
İşin kötüsü, Fisher’ın bahsettiği büyük ilaç şirketlerinin delüzyonel çarelerine de ulaşamıyoruz. Psikiyatristimizin yazdığı ilaçları kapısından girdiğimiz altıncı, yedinci, on birinci eczanede ancak bulabiliyor ve bu süreci de kaygı içinde geçiriyoruz.
Öngörülebilirliğin kalesi olması gerekirken bürokrasi, biz bir evrak almaya bir devlet kurumuna girdiğimizde elimiz boş dönme ihtimalimizin hep daha yüksek olduğuna inanıyoruz. Bu hafta gittiğimiz doktor iki hafta sonra kontrole çağırdığında onu yerinde bulabilecek miyiz? Seçimlerde oy kullanabilecek miyiz? Elektrikler söz verildiği gibi akşam 20.00’de geri gelecek mi? İnternet hızımız söz verildiği gibi yükseltilmezse ilgili Tüketici Hakem Heyeti mümkün olan en kısa sürede sorunumuzu çözecek mi yoksa aylarca e-posta gelen kutumuza düşecek “gereği yapılmıştır” minvalinde etkisiz bir bildirim uğruna mı bekleyeceğiz? Polis kaybettiğimiz telefonun peşine düşecek mi ya da tacizcimizi gerçekten aramaya yeltenecek mi? Haksız yere Kod-29’la işten çıkarıldığımızda başvurduğumuz merci bizi de dinleyecek mi? İlaçlarımız önümüzdeki hafta eczanelere gelecek mi?
III.
Türkiye toplumunda siyasi oluşumlar içinde bulunduğumuz belirsizlik ve kaygı krizine dikkat çekmiyor. Millet İttifakı’nın yayımladığı “Ortak Politikalar Mutabakat Metni”nde ruh sağlığına dair iki madde haricinde bizi saran antidepresan bağımlılığına ve toplumsal kaygıya yönelik pek bir şey bulunmuyor.
Öngörülebilirlik politikaları vaatleri daha iç açıcı olsa da mevcut durumdan daha öteye götürecek gibi görünmüyor. “Yasama” bölümü altında demokrasi adına öngörülebilirlik ilkesine karşıt olan torba kanun uygulamasının kaldırılması sözü verilirken, “Ekonomi, Finans ve İstihdam” bölümünde Merkez Bankası’ndan ve vergi yüklerinden aynı bağlamda bahsediliyor. “Sektörel Politikalar” bölümünde öngörülebilirlik, özel sektörün rekabetçiliğinin artırılabilmesi adına vadediliyor.
Sorunu daha fazla psikiyatri randevusu açmakla çözemeyeceğimizi Fisher’dan öğrendik. Keza, finansal öngörülebilirlik politikaları, sistemi vahşileştirerek yeniden üretecek itki makinelerinden başka hiçbir şeye dönüşeceğe benzemiyor. Kaygı ve stresimizin politik olduğunu biliyoruz. Hayatımızı belirsizlik içinde, neyin gelip neyin gideceğini bilmeden bekleyerek yaşayamayız. Hiç yoksa odağını sermayeden uzaklaştırmış, halklara ve insanlara yöneltmiş sosyal politikalara ihtiyacımız var çünkü akıl sağlığımızı korumak istiyoruz.
- Fisher, M. (2011). The privatisation of stress. Soundings, 48(48), 123–133.