“Yakınman boşa, beni suçlama
O vurdukça sana yetmedi, yetmedi
Alıştın buna, boşuna ağlama
Çektiğin sana kâr etmedi, etmedi”
Halk tabiriyle “daha bismillah demeden” yaptığım alıntının tırnakları arasındaki dörtlük, Türkiye’de onuncu, otuzuncu, ellinci yılı konserlerle, özel konuklarla kutlanması gereken Kurban’ın, solist Deniz Yılmaz tarafından yazılan ve “Zorba” şarkısında icra edilen sözleri. Kurban’ın 2004 tarihli “Sert” albümünde yer alan bu parça, melodi olarak anonim bir Karadeniz müziğinin üzerine kurulu, çok da güzel, dinlemeye doyamadığım bir parça.
Kurban’ın biz “Y kuşağında” büyük yer ettiği dönem, 2000’lerin ilk yarısıydı. Türkçe rock ile, daha doğrusu büsbütün müziğin kendisi ile yakından haşır neşir olmaya başladığımız yılların rockstarları idi Kurban üyeleri. Gönlümüzde hâlâ öyleler, hatta birkaç aydır yeni kaydedilmemiş olsa da yeni yayınlanan tekli çalışmaları ile hepimizde “Ulan acaba mı?” heyecanı yaşattılar. Hatta sıklığını net bir şekilde gözlemlemesem bile buradan da kendine, muhtemelen yaklaşan seçimlerin de yarattığı heyecan ile “Eski Türkiye havası” çıkaran iyimser dostlarımın varlığını gördüm. Geçmişe dönük iyi şeyleri anmada önceliği 2002 Dünya Kupası için yapılan Tarkan şarkısına, birkaç eğlenceli reklama, diziye veya Coca Cola festivallerine veren biz naif gençler, bize o dönemleri hatırlatan isimlerden yeni işler gelince, onlarla kavuşma heyecanımızı da seçim sonrasına kitlemiş durumdayız nasıl olsa. Tabii ki bu yüzeysel ve yanılsamalı heyecanlardan bağımsız olarak Kurban’ın esasen bir nostalji unsuru olarak değil, on yıllar devirmiş bir grup olarak yoluna devam etmesi ihtimali beni heyecanlandırabilirdi. Ancak, bununla ilgili somut gelişmeler veya duyumlara aşina olmadığım için yeni şarkıları birkaç kez dinlemekle yetindim. Yeni parçaların hakkını henüz tam olarak verememişken karşılaştığımız bir başka gelişme ise bütün varsayımları, heyecanları ve hayalleri yoldan geri çevirdi. Kurban’ın solisti, Türkçe rock müziğin en orijinal seslerinden ve en güçlü frontman figürlerinden Deniz Yılmaz, sosyal medyadan yaptığı açıklama ile Kurban hayranlarından ziyade müzikle bağı ve ülkedeki müzik ortamıyla derdi olan herkesi üzdü:
“Merhaba. Maddi gücüm müzik yapmaya elverişli olmadığından hatta müzik yapmak artık benim için lüks haline geldiğinden (ortaya çıkan sağlık harcamalarım ve yakınlarda zorunlu olarak taşınmam kaçınılmaz gibi göründüğünden) Instagram profilimi süresiz donduruyorum. Ola ki ara ara imkan bulur bir şeyler kaydedebilirsem Spotify’dan seve seve, güle oynaya paylaşırım. Lütfen sevgi ve saygının gereksiz olduğunu düşünen asalakların sözlerine kulak asmayın. Her zaman iyi ve doğrunun yanında olun, destekleyin. Hoşça kalın.”
Öncelikle Deniz Yılmaz’ın paylaşımında bahsi geçen sağlık harcamalarının ne olduğunu detaylı bilmiyorum. Kendisine öncelikle sağlık ve daha sonrasında müzik yapma motivasyonunu yeniden kazanacağı bir ortam diliyorum. Kendisine duyduğum saygının gereği olarak cümlelerini tamamlarken belirttiği ricasına uyup iyi ve doğrunun yanında olmaya çalışacağım. Bunun için biraz eleştiri, az biraz da özeleştiri gerektiğine inanıyorum. Şimdi oraya gelelim.
İstanbul’da doğup büyüyen ama Kadıköy’e, Taksim’e ailesinden bağımsız gidemeyen bir çocuk olarak gazetede, televizyonda gördüğüm müzik etkinliklerine resmen aşık olduğum bir 2000’ler hatırlıyorum. Sonra ise mp3 dönemi, müzik kanalları, artık var olmayan müzik dergileri ve festival afişlerine aşina oldum. Bugün hayatımın grubu olan Pentagram başta olmak üzere memleketin yüz akı olan pek çok rock grubunu böyle böyle tanıdım. İçine kapanık bir çocuk olarak yalnızca uzaktan tanıdığım onlarca grup ve sanatçı, benim için erişilemez noktalarda olan, Türkiye’nin rock yıldızları idi. Sanki onları tanımayan yokmuş, sanki her konserleri kapı baca kırıyormuş ve albümleri bütün yurtta kapışılıyormuş gibi hissediyordum. Dünyam o kadar dardı ki rock müziğin, Türkiye’deki rock kültürünün her ne kadar ana akıma sıçramış olsa da bir alt kültür olgusu olduğundan bihaberdim.
Sonra yıllar geçti, ben müziğe meyil ettim. 2014 itibariyle artık bir şekilde her konsere gitmeye, müzik yazıları yazmaya, bu dünyaya dahil olmaya kadar verdim. O yıllar, bugünlerde artık bir karikatür cümleye dönüşmüş olan “AKP otoriterleşiyor mu?” sorusu yeni yeni(!) literatüre girerken bile tanıştığım birçok kıymetli müzisyenin, hatta alanında en yetenekli ve deneyimli müzisyenlerin bile hayatta kalmak için beste üretmekle ve sahne almakla yetinemediğine şahit olmaya başladım. Bu, benim lise yıllarındaki hayalci kimliğimin en ciddi yıkımı olabilirdi. Aptallığımın, yanılsamamın sarsılmaya başladığı bu dönemlerde, yaşadığımız Türkiye gerçekliğinin içinde ulaşılmaz ve kapalı bir dünya olduğunu düşündüğüm, “cool” bulduğum ve kendim için hayatımda sıkıcı ve gereksiz olduğunu düşündüğüm tüm gerçekliklerden kaçış olanağı bulduğum alanı var eden insanlarla ne kadar ortak dertlerimiz olduğunu 19-20 yaşlarında, belki biraz geç de olsa anlamış bulundum. Kimisi gerçekten yetenekli ve nispeten şanslı bireyler olarak müzik dersleri vererek ya da müzik üzerine bir sektörde çalışarak hayatlarını sürdürürken kimisi ise hayatını müziğe ve sanatsal üretime adamak isteyen bireyler için hayal kırıklığı olarak tanımlanabilecek farklı sektörlerde geçimini sağlamaya çalışıyordu. Hepsini bir kefeye koymak doğru değil, mutlaka farklı gelir düzeyleri ve farklı hayat standartları söz konusu ama genel olarak bakıldığında Türkiye’de yalnızca müziğiyle hayatını sürdürebilen, hayatını sürdürse bile geçim sıkıntılarına kafa yormadan müziğini üretmeye konsantre olabilen, deneysel işler yapabilen, tamamen kendi sevdiği müziği üreterek hayatta kalabilen müzisyen sayısı gerçekten çok azaldı. Düşünün ki Türkiye’nin en çok sevgi gören, dinlenen ve geçtiğimiz yıl itibariyle stadyum doldurmayı başarmış grubu mor ve ötesi’nin solisti Harun Tekin, aynı konserde “Biz çok şanslıyız çünkü sevdiğimiz müziği yaparak hayatımızı sürdürebiliyoruz” cümlelerini sarf ediyorsa bunun önemi müzisyenlerin geneli için ne kadar büyüktür. Beğenin, beğenmeyin, eleştirin ya da fanatiği olun ama bir olgu olarak memleketin en popüler rock gruplarından birinin geldiğimiz noktada sevdikleri müziği yaparak geçinmenin kıymetini vurguluyor. Bu, kendi özelinde üzerinde çok fazla durulacak bir cümle olmasa dahi ülkedeki müzik ortamının ekonomik koşullarını anlatmak için kullanılabilecek güçlü bir metafor. mor ve ötesi’nin kıymeti, önemi ve büyüklüğü Gezi Parkı özelindekiler başta olmak üzere verdiği mesajlarla perçinleniyor, tabii ki bunu diyecekler ama ortaokul ve lise yıllarında çılgınca eğlenmek üzerine bir araya geldiğimiz konserler ve benzer etkinlikler, nasıl oldu da üniversiteyi yeni bitirdiğimiz yıllarda hepimiz için bir dertleşme, duygudaşlık unsuruna dönüştü, esas bunu konuşmak lazım. Burada kendimin ve akranlarımın payına düştüğüne inandığım öz eleştiri sorumluluğunu hiç olmazsa birkaç cümleyle yerine getirmeliyim.
Özellikle son 10 yılda özgürlüğümüzü kısıtlayan ya da cüzdanımızı yıpratan ne varsa hepsine ezberlenmiş, benzer ve cılız tepkiler vermiş olmamızın geldiğimiz noktada payı olduğunu düşünüyorum. İktidar, bir araya geldiğimiz konserlerin vergilerini köklerken çıkmayan sesimiz, kullanmadığımız anayasal demokratik haklarımız bize her yıl ikiye katlanan bilet fiyatı olarak döndü. Bir cumartesi eğlencemizin kaça kadar sürebileceğini, içeceğimiz içkinin saat kaça kadar kasadan geçebileceğini, gideceğimiz festivallere kimlerin sponsor olup olamayacağını belirleme konusunda da bunlara itiraz etme yolunu, yordamını ve itirazın çerçevesini belirleme konusunu da siyasetçilerin eline verdik. Demokratik hakları anayasadan değil, beş yılda bir elimize verilen pusuladan elde etmeye çalıştık. Bugün buna itiraz etme hakkımızı ve sınırlarımızı da bir masanın etrafındaki altı kişinin eline verip her cumartesi akşamı sınırları belirlenmiş ve dönüp kıyaslamaya kalktığımızda epey daraldığını göreceğimiz eğlence ortamlarında kafa dağıtmaya başladık. Ne sivil topluma ne toplumsal dayanışmaya hiç inanmadık. Tek gücümüz sosyal medyadaki ifade özgürlüğümüzdü ama her karanlık gelişmeyi alıntılayarak üzerine ekleyeceğimiz komik videomuz, capsimiz ve eser miktarda etkileşim ile atılabilecek gazımız mevcuttu. Geldiğimiz noktada kültür ve sanatla ilgisi tartışılır sermaye güçlerinden lütuf gibi gelen sponsorluklara alkış tutuyoruz. Ne seçiciliğimiz ne politik bir hassasiyetimiz kaldı. Dinlediğimiz müziğin bir alt kültür ürünü olduğunu, neleri eleştirdiğini bile hatırlamıyoruz. Sahnedeki sanatına büyülendiğimiz insanlarla aramıza giremeyen kalmadı. Geçmiş olsun.
Sonuç olarak, Deniz Yılmaz uyarmıştı, ne kadar dikkate aldığımız ise tartışılır. Memleketimizin müzisyenlerinin ekseriyeti ekmek derdine düşmeye, sahnelerimiz çoraklaşmaya devam ediyor. Kurban’ın “Sert” albümü, güzel bir albüm. Hatta ülkemizde seçim sloganı haline gelmiş isme sahip bir şarkıyı da barındırıyor: “Lambaya Püf De”. Zaten geldiğimiz noktada her şeyi seçime sıkıştırdık, seçime yön veren söylemlerin sıkıştığı nokta ise son derece trajik. Muhtemelen 14 Mayıs’ta gerçekleşecek seçimden sonra aynı albümden “Ağlama Değmez Hayat” parçasını dinlemek durumunda kalmamayı şiddetle ümit ediyorum. Yine de son cümlemi bir espri olarak ele almanızı diliyorum, zira bizde umut bitmez. Temel umudumuz ise daha demokratik, daha nefes alınabilir bir iklime kavuşmak.
Haa… bir de, yazıyı açan dörtlüğün devamı vardı. Sahi neydi o? Hatırlayalım:
“Sen korktukça, sen kaçtıkça
Zorba da gelir üstüne
Davranmazsan, haykırmazsan
Her gün tokadı ensende”