Milanku’nun Ardından

Uzun bir süre bu yazıya nasıl bir girizgâh yapacağımı düşündüm. Ama hangi cümlenin daha uygun olacağını, hangi alıntının daha anlamlı olacağını bulamadım. Sonunda sade bir cümle geldi aklıma: Milan Kundera öldü.

Ölümüyle beraber pek çok kişi onun için “Son “varoluşçu” yazardı,” dedi. Demek ki onlar için en önemli özelliği varoluşçu olmasıydı. Üstüne biraz yazıldı, çizildi. Ama nihayetinde beklenen bir şeydi ve gerçekleşti. Şimdi ondan geriye her yazar adayını kıskandıracak kitapları kaldı.

Kitaplarında Çekya’dan Bohemya olarak bahsetse de ve Can Yayınları’daki yazar biyografisinde doğum yeri olarak Prag zikredilse de kendisi aslında Moravya doğumlu. Moravya’nın en büyük şehrinde doğdu. Böyle bir cümleyle karşılaşır karşılaşmaz Kundera’nın hayatını özetleyeceğimi zannetmeyin. Ne ben onun hayatını anlatacak kadar Kundera’ya vâkıfım ne de o buna izin verecek kadar cömertçe yaşadı özel hayatını. Bu yazıda Moravya’yı anmamın nedeni ikimizin yollarının orada kesişmesi.

Evet, Milanku’yla[1] Moravya’da tanıştım. Bu geç tanışma beni sık sık üzse de aslında tam zamanında oldu. Ben şimdi yıllar önce terk etmek zorunda kaldığı ülkesini, ülkesinin tarihini ve yaşadığı sıkıntıları onun kaleminden okuyordum. Kundera Otuz Yıl Savaşları’ndan bahsediyordu, ben de o savaşlar sırasında işgal edilen Olomouc’da bir barda mead yudumluyordum. Kundera Jan Hus’u anlatıyordu, ben hocamdan Hus’u dinliyordum. Sanki tanıştığım herkesin ağzından  onun cümleleri dökülüyordu. Bu anlamda “unutuş”un beklentinin ve çabanın aksine gerçekleşmediğini ve yerini diri bir nefrete (komünizme ve Ruslara karşı) bıraktığını söyleyebilirim. Neydi o çaba? Bırakayım da Milanku anlatsın:

“Kurtarıcı Başkan diye anılan T.G. Masaryk’ten sonra (bütün adına dikilen anıtlar, istisnasız yıkılmıştır), Benes, Gottwald, Zapotocky, Novotny ve Svoboda’dan sonra, Husak ülkemin yedinci başkanı’dır, yani unutuş’tur o.

Ruslar 1969’da onu iktidara getirdiler. 1921’den bu yana Çek halkının tarihi böylesine bir kültür ve düşünce kırımı görmedi.

Her yanda Husak’ın sadece siyasal rakiplerini ezdiği sanılır. Oysa, siyasal muhalefete karşı yapılan savaş, Ruslar için, uşakları aracılığıyla çok daha temelde bir şeyleri yok etmek üzere hayal bile edemedikleri bir fırsattan başka bir şey değildi.

Bu açıdan bakınca, Husak’ın üniversite ve bilim enstitülerinden yüz kırk beş Çek tarihçisini kovmuş olması bana çok anlamlı görünmektedir. (Her tarihçiye karşı, bir peri masalındaki gibi, Bohemya’nın bir yanında, esrarlı bir biçimde bir Lenin anıtının yükseldiği söylenir.)”[2]

Romanlarında sık sık yaşadığı yeri terk eden veya o yere geri dönen insanlardan bahsederken o ne kadar kendi hikâyesini anlatsa da ben de kendimden bir şeyler buluyorum. Tek bir farkla: Onun hikâyesiyle benim hikâyemi ayıran tek şey demir bir perdenin olup olmaması. Kundera’nın dünyası keskin ideolojilerin dünyasıydı. Benim dünyamda ise kitsch’ler altın çağını yaşıyor. Öyle zamanlar oluyor ki onları görmemek için insan içine karışmaktan ve dünyayı takip etmekten imtina ediyorum.  Hatta bazen Kundera’yla kitsch’lerimizin özelliğinin ve yapısının da farklı olduğunu düşünüyorum. Benim dünyamdaki kitsch’lerde biraz fazla cahillik sosu kullanılmış olmalı.

Kundera’nın romanlarından hareketle beni en çok heyecanlandıran ve eriyip gitmekte olan ümidimi yeşerten şeylerden biri, bir gün her şeyin nihayete ereceği gerçeği. Öyle bir an gelecek ki her şey bitmiş olacak, bir devir yerini başka bir devre bırakacak ve tarihsel bir döngünün içinde akacak zaman. Ben doğmadan önce Rus tankları Prag’ı işgal etti, ben tarihe tanıklık ederken Kiev’i, kim bilir benden sonra daha nereleri… Her şey bir döngüden ibaret mi diye düşünürken yine Milanku yardımıma koşuyor ve “Einmal ist keinmal,” diyor: “Bir kere olan şey hiç olmamış demektir”. Ne Çeklerin tarihi ne de Avrupa’nın tarihi bir kere daha yenilenecek. Çeklerin ve Avrupa’nın tarihi, insanlığın talihsiz deneyimsizliğinin kaleminden çıkma bir çift karalamadır. Tarih, insan yaşamları kadar hafiftir; dayanılmaz derecede hafif, bir tüy kadar, yukarı doğru süzülüp havaya karışan toz, yarın varolmayacak herhangi bir şey kadar hafif.”[3]

Bu yazıyı yazmaya niyetlendiğimde kütüphanemde olan Kundera kitaplarını tekrar taradım ve bazılarını okudum. Burada paylaşmak için bir sürü not aldım. Ama her zaman olduğu gibi yazı benim notlarımdan kendini azad etti ve kendi yolunu çizdi. Ancak size litost’tan bahsederek  yazıyı hiç olmazsa kendi planlarıma uydurabilirim. Çekçeye özgü bir sözcük olan litost’u şöyle tanımlıyor Milanku: Litost, içimizdeki zavallılığın birden ortaya çıkmasından doğan bir acılı durumdur. (…) Bu çevrede, litost kavramının Bohemya’da doğmuş olmasının hiçbir şekilde rastlantı olmadığı düşüncesi doğdu içime. Bohemya tarihi, daha güçlülere karşı süregelen başkaldırılar, bu şerefli yenilgilerin birbirini izlemesi ki tarihin akışını altüst etmiştir ve başkaldıran ulusun felaketine neden olmuştur, gerçekte bu, iç parçalayıcı acının, litost diye adlandırılan mazoşizmin tarihinden başka bir şey değildir. 1968 yılının Ağustos ayında binlerce Rus tankı bu küçük ve sevimli ülkeyi işgal ettiği zaman, bir kentin duvarlarında “Uzlaşma istemiyoruz, zafer istiyoruz!” yazılarını görmüştüm. O sırada, yenilginin değişik türlerinden başka bir şey söz konusu değildi, bildiğimiz gibi, ama bu küçük kent uyuşmayı reddediyor, zafer istiyordu! Bu aklın ifadesi değildi, litost’tu bu bildiriyi yayan![4]

Bu duygu size de tanıdık geldi mi? Birkaç ay önce hep beraber bu duyguyu hissetmiş olabilir miyiz? Ben galiba litost’u kendi yaşamımda pek çok kez hissettiğim için seviyorum Bohemya’yı ve Moravya’yı. Tarihini, insanını, kültürünü… Ve Kundera gibi onu anlatmaya çalışıyorum.

Milanku’nun külleri şimdi Paris’teki apartmanında, karısının öleceği günü bekliyor. Sonra onu okuyan herkeste bir parça bırakarak bu dünyaya geldiği şehre geri dönecek.


[1] Kundera Yavaşlık’ta annesinin kendisine “Milanku” diye seslendiğini belirtiyor.

[2] Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı (İstanbul: Can Yayınları, 2021), 187.

[3] Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (İstanbul: Can Yayınları, 2020), 241.

[4] Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, 145-179.

Selin Akbaş

Selin Akbaş