Normal şartlar altında bu satırların üstündeki tek ağırlık teslim tarihinin akşamına değin sarkıtılmış bir yazıya ait olmalarından kaynaklanmalıydı. Ancak bu satırlar, ellerinde Türk kaynakları ve kanayan kafalarıyla hiç gitmediğim, yalnızca bir kere otobüsle geçtiğim Erzurum’un kim bilir hangi meydanında saldırıya uğramış çocuk, kadın ve ihtiyarların gölgesinin ağırlığını taşıyor. Onlar da Türkiye’de yaratılmaya çalışılan tedhiş ortamının bu son çırpınışlarına ilk elden tanıklık etmek zorunda kaldılar.
Memlekette siyasî şiddetin tarihi bir hayli eski. “Sopalı” kelimesinin sıfat olarak önüne eklendiği seçimlerle henüz emekleme aşamasında lekelenen demokrasi geleneğimiz pamuklara sarılmış biçimde naz ve nevaziş ile yaşatılıyor. Fakat bir ilk de yaşanıyor: Artık “Bizim bunlarla ne alakamız var?” diyen bile çıkmıyor. Eskiden asgarî nezaketin icabı kafası yarılan rakibinin hâline içten içe mutlu olup böylesi hadiseleri “teessüfle karşıladığını” beyan eden yarım ağızlı demeçler vermekti. Artık saflar öylesine ayrışmış ve ayrıştığı yerde sıkılaşmış ki bizim kaşarlanmış devlet aklını temsil etme iddiasındaki makamlarda bulunanlar buna bile tenezzül etmeye hacet duymuyorlar. Tanrı herhalde Levh-i Mahfuz’un kalemini elimden düşürüvermiş de yazgı tayini bunların eline kalmış gibi, böylesi hadiseleri de kader plânının bir yerine sıkıştırarak “Orası Erzurum,” diyorlar, “ne bekliyorlardı?”
Görünen o ki “milliyetçi-mukaddesatçı” nitelemesi kendisine yakıştırılan şehirlere bir kısım insanın bir diyet ödemeksizin giremeyeceği tuhaf bir Türkiye tasavvuru da 2023 plânlarına dâhilmiş. “Yapana değil, yaptırana bak” fehvasınca hareket ettiği anlaşılan tutulmuş bir akıl dün otuz küsur insanı diri diri yakmayı Aziz Nesin’in “doğasındaki” tahrik ediciliğe bağlarken, bugün sokak eşkıyalığını İstanbul Belediye Başkanı’nın “özündeki” gayrimillîlikle ilişkilendiriyor.
Devrilen iktidarların gürültü koparması alışılmadık iş değil. Nihayetinde, balı tutanları yaladıkları parmaklarının iştihasından ayırmak dün ne kadar güçse bugün de o kadar güçtür. Ancak korku duvarları aşılmıştır. Kimsenin dizlerinin bağı, merhamet duyulması gereken ölçüde düşünme yetileri iğfal edilmiş şehir eşkıyasının fırlattığı taşlar karşısında çözünmüyor. İnatlı, yüzü ak, hakaret işitmekten usanmış bir mukavemet sergileniyor. Değişime ilk kez bu kadar yakın olmanın umudu, halkın üzerindeki yılgıya ilk kez galip geliyor.
Tanık olduğumuz şiddet, onu doğuran kaynakla birlikte, kurumaya mahkûm olduğunu anlayan bir çirkef nehri gibi çırpınıyor. Enseyi karartmamanın gerekliliği dünden daha fazladır. Yurttaşlık görevi bir pusulaya mühür basmaktan öte, yenice yıkanmış gömleğiyle iradesini göstermeye çıktığı meydanda kafasına taş yiyen amcaya vefa borcu ödemek manasını almıştır.