Kendime Yazdığım Robinsonade

Geçtiğimiz hafta yakın bir arkadaşım şu an “sonsuz paran” ve “sonsuz imkanın” olsa ne yapardın diye bir soru sordu. Benim ise ilk aklıma gelen şey ıssız bir adada yaşamak oldu. Şehirde geçen yazın bünyede bıraktığı etki olsa gerek, “kafa dinleme” tatilini ütopyaya çevirmişim. Kalkıp yakın bir yere de olsa üç-beş günlüğüne gitmeye zaman da bütçe olmayınca en yakın kaçışı okumakta buldum. Robinson Crusoe geldi aklıma elbet, elime bir kopya geçmeden şöyle bir bakınayım dedim.

Daniel Defoe’nun 1719’da ilk defa yayımlanan romanıyla batı edebiyatında benzer temaları işleyen eserlerin, hayatta kalma kurgusunun (survivalist fiction) bir alt kategorisi olarak kabul edilen “Robinsonade” ismini aldığını öğrendim. Bunun yanında, Robinson Crusoe’nun post kolonyal okuması da gözüme takıldı. Sömürgeci ideallerle okyanusa açılan bir gencin talihsizlikler sonucu kendini ıssız bir adada bulmasıyla başlıyor hikaye. Burada tanıştığı ada yerlisine onunla tanıştığı günün ismini atayarak onu kölesi haline getiriyor. Uzak okyanuslardan getirilen “misyonerlik eksenli sömürgeciliği” Batı medeniyeti diye okurken hepimiz çocuktuk. Robinson Crusoe’nun ardından gelen Robinsonade külliyatının da neredeyse hepsinde bu temaların işlendiğini gördüm.

Okuduğum şeyler beni Robinson Crusoe’yu okumaktan soğuttu, ama bir yandan kendi kendime düşünmeden yapamadım. Ben bir adada tek başıma kalsam, ne yapardım? Adadaki yerlileri kendi kültürüme göre “eğitip” onlar üzerinde hakimiyet sağlar mıydım? Ya da hiç kimse yoksa, adayı bulduğum tohumlarla tarım arazilerine dönüştürür müydüm? Eski hayatımı özler miydim?

Bu kadar radikal olmasalar da, benzer sorular pandemi sonrasında şehirden kaçıp kırsalda yeni bir yaşam kurmak isteyen insanlar tarafından soruluyor. Şehirden uzaklaşınca derin bir nefes alıp, geri dönmeye hiç niyeti olmayanları görüyorum. Bununla birlikte, kırsal imgesiyle kırsal yaşam arasındaki farkı taşındığında fark edenlerin pılısını pırtısını toplayıp, tıpış tıpış apartmanlara geri döndüğünü de görüyorum.

Bu iki durumu karşılaştırmak kulağa abartı geliyor olabilir. Fakat kırsalın varlıklı orta ve üst sınıf tarafından bir tüketim mecrasına dönüşmüş olması da su götürmez bir gerçek. “Herkesten” kaçıp gittiğimiz yerleri yine “bizim” yapmadan edemiyoruz. Okyanusla sınırımızı çizen çitlerin diğer tarafında yaşadığımız “mütevazi” hayatın doğaya ettiklerinden haberimiz var mı gerçekten?

Şehirde yaşadığımız hayatsa doğal felaketlerin öncüsü. Musluğumuzdan akan suyla kuruttuğumuz barajlar bizi daha öteye keşfe, hakim olmaya ve tüketmeye zorluyor. Melen hattının uzunluğuna baktığımızda bunun ne denli bir hakimiyet çabası olduğunu görmek zor değil. Marketten almadığımız poşetlerle kendimizi avuttuğumuz hayatlarımız var.

Bu kafa karışıklığı içinde kendime yazdığım Robinsonade nasıl olurdu diye düşündüğümde, gerçekten net bir anlatı oluşturamıyorum. Bunun sebebini artık adanın fizikselliği ve kaçışın ütopyasında arıyorum. Uğruna yaşamak istenilen şey, muhteviyatla alakasız olduğundan ütopya kelimesi doğmuş. O ada hiçbir zaman var olmayacaksa, içinde kurmak istediğimiz yaşam da ideallerimizle şekilleniyor.

Birkaç gündür kendime yazmaya çalıştığım Robinsonade’ımı bir kenara bırakıp rıhtıma iniyorum. Denizi izlerken tanımadığım insanların umursamaz varlıkları içimi ısıtıyor, bir vapur yanaşıyor iskeleye. Ben yapamam, diyorum içimden.

Yiğit Yolcu

Yiğit Yolcu

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.