İyi Haber: Daha İyi Bir Yaşam Mümkün, Kötü Haber: Bu Şekilde Olmaz

Son zamanlarda Twitter’da farklı sosyoekonomik grupların, farklı mesleklerden insanların ağız birliği ile mülteci/göçmen/sığınmacı karşıtlığı yaptığı floodları görmeye başladım. Genel olarak şikayetleri topladığımda, rahatsız edici eğlence biçimleri, toplumun geneline uymayan yaşam tarzları, taciz/tecavüz korkusu, kaçırılma riski ve gasp korkusu gibi bir spektrumda güvenlik problemlerinin varlığından konuşulduğunu fark ettim. 

Bu konuların konuşulmasını geniş bir zeminde daha iyi bir yaşam amacıyla yapılmış eylemler olarak görüyorum. Bir kişinin güvensizlik ya da tehlike durumu olmaksızın sokakta yürüyebilmeyi talep etmesi, meydanlarda özgürce vakit geçirebilmesi, çalışmaktan arda kalan zamanlarda kendini mutlu edebileceği aktiviteleri gerçekleştirebilecek ekonomik yeterliğe sahip olması en temelde hepimizin savunduğu toplumsal haklar arasında. Ancak bu ifadelerdeki genel sorunun, bu hakların alınabilmesi için verilmesi gereken mücadeleden uzaklaşıp, aynı şiddetin mağduru olan başka bir gruba, yani mültecilere ve sığınmacılara yöneltildiğini fark ettim. Bu şekilde, daha iyi bir yaşam talebi gerçekleşmesi ihtimalinden uzaklaşarak ayakları yere basan gerçekliğe dönüşmesi imkansız bir hayale dönüşüyor ve ona en yakın senaryonun gerçekleşmesinin önündeki tek engel de bir öteki olarak tasarlanıyor. 

Örneğin bir tweette, kurye olduğunu beyan eden kullanıcı merdiven altı laboratuvarların Suriyeliler tarafından kazanç kapısına dönüştürüldüğünü ve halk sağlığının riske atıldığını söylerken, başka bir tweette hekim olduğunu söyleyen hesap sahibi parkta dolanırken yanında torpil patlatan 10 kişilik mülteci çetesini görmesiyle birlikte anne/baba/kardeşi için endişelenmeye başladığını ifade etmiş. Bu örneklerin ilkinde, sağlık hizmetine kamu kurumlarında ulaşamayan ancak özel kurumlara da başvurmaya maddi gücü yetmeyen kişilerin tüm riskleri alarak merdivenaltı laboratuvarlara mecbur kalmasından hiç bahsedilmezden; ikincisinde entegrasyon ve uyum politikalarının eksikliğine hiç değinilmeksizin bir grup, örneğin ataerki gibi diğer toplumsal dinamikler hiç düşünülmeksizin farklı bir ülkeden gelmiş olmaları üzerinden üstenci bir şekilde eleştiriliyor. 

Ataerki demişken, mülteci karşıtlığının asıl sebebinin,”kızları-kadınları-çocukları” öteki’den korumak olduğuna yönelik tweetler atılıyor. 40.000’in üzerinde beğeni alan, ünlü bir oyuncunun paylaşımında, ada vapurlarının göçmenlerce dolmasının kızların-kadınların güvenliğini riske attığı ifade edilirken, altındaki yanıtlarda kullanıcılar İstanbul sahillerinde mülteci yoğunluğundan dolayı midesinin bulandığını söylüyor. #Sessizİstila hashtagiyle tehlikeli bir konsolidasyon faaliyeti güden Ümit Özdağ ise, mülteci karşıtlığını onaylamayanları açık açık vatansızlıkla itham ediyor. 

Beni bu yazıyı yazmaya sürükleyen, 5 sene sonra ülkenin korkunç bir yer olacağını ve bu durumun mültecilerden kaynaklanacağını düşünen kullanıcının tweetiydi. Türkiye’nin 5 sene sonra nasıl bir ülke olabileceğine dair bir hükümde bulunmak için pek çok dinamiği göz önünde bulundurmamız gerek, ancak bu kadar genel ve korkutucu ifadelerin sıkça anti-göçmenliği ifade etmek için temellendirilmeden kullanılmasının toplumdaki anksiyetenin tetikleyicisi olduğu kanısındayım. 

Bu kolektif kaygı durumuna yanıt olarak son raddede, mülteci karşıtı ifadelere gelen tepkileri benimseyerek “ırkçılıksa ırkçıyız” cümlesi ortaya çıktı. Ekman’a göre bu tarz ifadeler, ana akımda azınlıkları hedef alan ırkçı görüş ve ifadelerin yeniden kabul edilebilecek seviyeye gelerek kümülatif ırkçılığın oluşmasına sebep oluyor. Twitter anasayfamızın bu tarz yüksek etkileşimli ifadelerle dolması, kümülatif ırkçılığın bizi çoktan ele geçirdiğini gözlemlemek için yeterli. Ancak, nasıl oluyor da toplum hak arayışı içindeyken mücadelesini gücü ve sistemi eleştirmekten (AB, BM, T.C. Devleti, vs.) ziyade mültecileri ve sığınmacıları sınır dışı etmeye kaydırıyor? 

20 yıllık AKP iktidarı sonucunda, muhalefetin de etkisizliğiyle toplum nezdinde, kişilerin bireysel hukuk mücadelelerinden, kitlelerin evrensel hak taleplerine erişen siyasi mücadele spektrumunda devletin varlığı soyut bir şekilde ele alınabilecek her anlamda anihile oldu. Negatif haklara müdahale etmekle kalmayıp, pozitif hakları da keyfi politikalarla koruma altına almayan devlet pratiği, sermaye ilişkileri ve kolluk kuvvetleri yoluyla bireysel ve kitlesel şiddet formuna dönüştü. Şiddeti devletin tekeli olmaktan çıkarıp, devletin imajı olarak görmemiz sonucunu doğuran bu süreçte, devlet hak talep etme mercii değil, hak arayanlara saldıran bir kurum olarak kendini konumlandırmış oldu.

Siyasi iktidarın varlığını salt şiddet üzerinden yeniden kurguluyor olmasının yanı sıra, toplum ana akım muhalefetten de aradığı dayanışmayı bulamadığından, talepleri etrafında örgütlenmek yerine kendi sosyo-ekonomik çıkarları doğrultusunda her geçen gün daha da atomize olmaya başladı. Umut vadeden tüm örgütlenme atılımlarına yokluğuyla cevap veren muhalefet, toplum-meclis ya da toplum-devlet arasındaki tüm potansiyel ilişkilenimleri saydamlaştırarak görünmez kıldı ve otokratik devlet politikalarına karşı iyi yaşama dair tüm talepleri bu bağlamdaki siyasi mücadeleden izole etti.

Bu izolasyonun sonucu olarak, maaşlarında bekledikleri zammı alamayan sağlık çalışanları bu durumu devletin politikalarına değil, mültecilere yapılan harcamalara; mevzuat ve uygulama eksikliğinden kaynaklanan denetim eksikliğini yurttaş mültecilerin merdiven altı faaliyetlerine, sınır kontrollerindeki eksiklikten kaynaklanan kaçırma vakalarını yine öteki olan mültecilere bağlamaya ve bu şekilde daha iyi bir yaşam uğruna mücadele ettiği yanılgısına kapıldı. Başka bir tabirle, daha iyi bir yaşam için meşru talepleri olan tüm atomize gruplar, bir diğeri üzerinden kendi mağduriyetlerini karşılaştırma yarışına yenik düştü. Daha da korkutucu olanı ise, ırkçılık kavramı normalleştirilerek, salt şiddete dönüşmüş devlet pratiğinin “kabul edilebilir seviyede ırkçılık” üzerinden gerçekleştirebileceği eylemlerin meşrulaştırılmasına da yol açılmış oldu. 

Mültecilerin kamusal alanlarda var olmasından rahatsız olmanın da ötesinde, mültecilerin ekonomik faaliyetlerini de sistem ve siyasi iktidar eleştirisi sunmaksızın, sadece mültecinin varlığını bir düşman olarak tanımlayarak açılan bu savaşta, daha iyi bir yaşam hedefine söylemlerle açılmış cepheleri savunarak varılmayacağının bilincine varmamız gerek. Daha iyi bir yaşamı kendinden görülmeyeni elimine ederek değil, toplumsal belirlenimleri göz önünde bulundurarak her komünite ile dayanışma içinde olarak gerçekleştirebiliriz. Barınma ve sağlık hakkı vatandaşa ve vatandaş olmayana eşit şekilde sağlanmalıdır zira sosyal adaletin ve eşitliğin olmadığı toplumların daha iyi bir yaşama doğru ilerlediğine henüz şahit olunmamıştır. “Irkçılıksa ırkçıyız” gibi ifadeleri acilen bırakmak için siyasi mücadeleyi paralize edici anksiyetik ruh halinden kurtulmalı ve mücadeleyi kime yönelteceğimizi belirlememiz gerekir.

 

KAYNAKÇA

  1. Ekman, M. (2019). Anti-immigration and racist discourse in social media. European Journal of Communication, 34(6), 606–618.
Ezgi Meriç Baş

Ezgi Meriç Baş

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.