Sevgili okur, bu yazı bazı hayal kırıklıkları üzerine kaleme alınmıştır.
Dünyayı en iyi filmlerden anlayabileceğimize inanmış biri olarak, İran sineması çok farklı bir yer edinmiştir bende. Zamanla sadece benim için böyle olmadığını, İran filmlerinin dünya sineması içinde çok önemli bir yeri olduğunu anladım. Söz konusu filmler özellikle bağımsız film festivallerinde sıklıkla adından söz ettirir. Peki, nedir İran sinemasını böylesine dikkate değer kılan? Benim izlediğim onlarca İran filminden, o filmlere dair okuduklarımdan ve o filmlerin yaratıcılarının sözlerinden anladıklarımla cevaplamaya çalışayım bu soruyu.
İran’ın siyasi ve ekonomik koşullarından doğrudan etkilenen sineması bizi bir yandan çocuklarıyla, yoksul mahalleleriyle, insanlığın en derin açmazlarıyla; yani hayatın tüm olağanlığıyla gerçekliğin içine alır. Diğer taraftan bütün bu gerçekliği aşan, neredeyse gerçeküstü diyebileceğimiz bir anlam dünyası kurar. Dağları, yolları, insanları müthiş bir sinematografik perspektifle bambaşka bir ışıktan ulaştırır bize. İnsanların hüzünlerini bedenlerinden hissedercesine dinleriz anlatılan hikâyeyi. Senin benim hikâyem gibidir anlatılan. Bu nedenle pek yakın gelir bize.
Hikâyeleri bize taşıyanların da “o” anlam dünyasında yaşadığı varsayımı bize gelir yerleşir. “O” anlam dünyasının yaratıcıları bilirler insan ruhunun açmazlarını çünkü tecavüzü, yoksulluğu, bir başınalığı, güç dengesizliğinin yarattığı adaletsizliği tüm dayanılmazlığıyla sererler gözlerimizin önüne. Ama incelikli bir bakışı da hep hissederiz kameralarının ardında. Ancak yaşama dair ne varsa böylesine incelikli bir bakışla işleyen İran sineması bu yılın bahar aylarında peş peşe gelen iddialarla bambaşka bir yüzünü gösterdi bize. İddialar öyle ağırdı ki üzerine düşünmemek olanaksızdı.
Bunlardan ilki İranlı yönetmen Mania Akbari’nin Abbas Kiarostami hakkındaki iddialarıydı. İran sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan Abbas Kiarostami’nin “tartışılmaz” yerini sorgulatan tecavüz, istismar ve intihal iddialarıyla sarsıldık. Şiirsel sinemanın üstadı ve sadeliğin derinlikli anlatıcısı sayılan yönetmenin çektiği filmlere ve yaşama dair verdiği röportajlara baktığımızda, insanı daha iyi bir bakışla anladığını düşünürüz. Hal böyle olunca Kiarostami’ye çok büyük hayranlık ve yakınlık hissetmemiz doğaldır. İşte bu hayranlığı senelerce sürdürmüş biri olduğunu söyleyen İranlı yönetmen ve “10” filminin başrol oyuncusu Akbari yayınladığı mektupla bize taban tabana zıt bir Abbas Kiyarüstemi halinden söz ediyor. Bu yazının fiziki sınırlarını aşacağı için mektubun tamamını ve Akbari ile yapılmış röportajı burada detaylıca anlatamayacağım. Ancak izlememiş olanlar için söz konusu filmden bahsedeyim. Bir arabanın önüne koyulmuş kamera ile kaydedilmiş görüntülerden oluşuyor film. Siz de gerçekten o arabanın sahibi kadınla birlikte gündelik yaşamın telaşlarına dâhil oluyorsunuz. Öylesine kendiliğinden bir dâhil oluş ki bu… İşte benim için Kiarostami sinemasının en aşkın hali bu filmdi. Kiarostami benim için yeri “sorgulanamaz” bir yönetmen olmuştu. İşte tam bu noktada yazıyı oluşturan ilk hayal kırıklığıyla karşılaşıyoruz.
“10” filminin dağıtım şirketi olan MK2 yapım şirketine yazdığı mektupla Akbari, yıllardır Kiarostami’nin filmi olarak bildiğimiz “10” ile ilgili ciddi iddialarda bulunuyor. Kiarostami’yi intihalle suçluyor; filmin çekim, dağıtım ve gösterim süreçlerinde Kiarostami’nin var olmadığını, kendi emeğinin yalanlar ve güçten türeyen tehditlerle nasıl çalındığını açıklıyor. Filmde yer alan görüntüleri terapistiyle yürüttüğü kişisel bir proje için kaydettiğini söylüyor Akbari. Ayrıca mektupta Kiarostami’nin kendisini uzun yıllar fiziksel ve psikolojik olarak istismar ettiğini iddia ediyor ve Kiarostami’yi tecavüzle suçluyor.
Sevgili okur, “ortaya atılan her iddiaya da inanacak mıyız canım?” dediğini duyuyorum. Haklı da buluyorum bu soruyu. Ancak benim burada tartışmaya açmak istediğim konu bu iddiaların doğru olma ihtimali üzerine. Malum ölüp giden onca yeri “tartışılmaz” yazar, yönetmen, oyuncunun ardından öyle taciz ve tecavüz iddiaları duyduk ki, gücün sarhoşluğu ve ataerkinin egemenliği birleştiğinde yapılabileceklere dair şaşırma yetimizi kaybettik. Ve sevgili okur bu mektupta yer alan iddiaların doğruluğunu destekler nitelikte, eş zamanlı başka bir metin kamuoyunu sunuldu.
İçlerinde oldukça başarılı ve uluslararası tanınırlığa sahip birçok sinemacı kadının olduğu yaklaşık sekiz yüz kadının, sektörlerinde yaşanan cinsel şiddete karşı imzaya açtığı bu metinde İran sinemasının görünen romantik yüzünün ardında yıllardır katlanarak devam eden “sistematik” cinsel taciz ve sömürü gözler önüne seriliyor. Kadınlar, en temelde cinsel şiddet ve şantajdan uzak güvenli çalışma hakkını talep ediyor. Bu metin otuz bin kişi tarafından imzalanıyor. Böylesine kapsamlı ve örgütlü bir metnin ortaya konması durumun ciddiyetiyle baş başa bırakıyor bizi. Bu metni imzaya açan kadınlar sektörde yer alan bu “ağır ve yaygın” cinsel şiddetin son bulması için bağımsız komitelerin oluşturulmasını, yeni yasaların çıkarılmasını ve sistematik hale gelmiş cinsel şiddete dair ses çıkarılmasını istiyor. Bu son talep, yaşadığımız hayal kırıklıklarıyla ne yapacağımız sorusunun yanıtına ışık tutuyor gibi.
Aslında aranan yanıt, bizlerin hayata nereden baktığıyla doğrudan ilintili. Eğer daha adil bir dünyanın hayali ve mücadelesiyle yaşıyorsak şurada arayabiliriz yanıtı: Öncelikle yazının giriş paragrafında bahsettiğim yönleriyle İran sinemasının çok önemli olduğu açık, bunu yok saymamalıyız. Ancak yazının devamında bahsedilen iddialar İran sinemasıyla ilgili ciddi sorunlar silsilesine işaret ediyor. Bu sorunlar Akbari’nin mektubunun sonunda belirttiği gibi hegemonya, istismar, taciz ve güçten türeyen tehditlerdir. Sekiz yüz kadınının yazdığı metne atılan otuz bin imza bunun ne derece sistematik ve yaygın olduğunu kanıtlamaktadır. Bu da bize tamamıyla bir “görmezden gelme” “yok sayma” durumunu hatırlatır. Hal böyle olunca akla şu soru geliyor: “En temel insan hakkı olan güvenli bir yaşama dair gözlerine inatla zıt yöne çeviren bunca ‘saygın’ adam nasıl olur da insanlığın temel sorularına, açmazlarına ve daha önemlisi sanatın kendisine ‘gerçekten’ temas edebilir? Bu ikilik bizi yansıtılanın ardındaki çiğliğe götürmez mi?” Sanırım burada bize düşen bile isteye görmezden gelinen en temel haklarımızın sesi ve sahibi olmaktır. Sorgulanamaz olanların kutsallığıyla araya mesafe koymak, kameranın; yani görünenin ardına odaklanmaktır. Bütünlüklü bir mücadeleyle kurulacak daha adil bir dünyanın hayaline inanıyorsak tabi…
Öne çıkan görsel: 2002 çıkışlı Zendan–e zanan filmi.