Son zamanlarda zihnimi fazlasıyla meşgul eden bazı sorular var. Bu sorunların önemli bir kısmı ise ideal toplum arayışının sebeplerine yoğunlaşmış vaziyette. İdeal toplum arayışı ya da tahayyülü neredeyse yazılı tarihimizle eşdeğerdir denilebilir. Belki de insanın kendi hikâyesini yazmaya başladığı ilk dönemlerde ideal bir toplum arayışı daha kabul edilebilir bir eğilimdi. Günümüzden binlerce yıl geriye gidecek olursak ideal toplum tahayyülünü daha iyi bir toplum arayışı için bir basamak şeklinde değerlendirmek de mümkündür. Ancak tarih boyunca ideal toplum arayışının sebep olduğu felaketleri sıralamaya kalksam şu kısacık yazıya sığdırabileceğime ihtimal dahi vermiyorum. İşin daha da garip bir başka boyutu ise ideal toplum tahayyülünün genelde, sadece, toplum mühendisliği için ihtiyaç duyulan meşruiyetin ilk adımı olarak düşünülmesidir. Peki, söz konusu toplum mühendisliğinin sınırlarını çizebilir miyiz?
Bütün dinlerin, ideolojilerin, diktatörlerin, demokratik önderlerin, kralların, azizlerin, cemaat liderlerinin vs. ideal bir toplum düzeni arayışı vardır. İdeal toplum tahayyülü demek, topluma ait en önemli unsurların değişmeyeceği bir dünyayı tasavvur etmek demektir. Peki, böyle bir durum mümkün olabilir mi? Millet, halk, ülke, bölge ya da il düzeyinde karşılaştırma yapmayı bir tarafa bırakırsak, mesela semt hakkındaki düşüncelerimiz aynı muhiti paylaştığımız kimselerle benzer mi? Ankara’nın değişen mahallerinden biri hakkında, bir aile büyüğüm ile yaptığımız sohbetlerden sonra tasavvurumuzdaki mekân imgesinin bile çok farklı olduğunu idrak ettim. Ankara’nın yüksek binaları, camdan yansıyan ışıklarla gözümüzü alan konutları, devasa alışveriş merkezleri onun için bir övünç kaynağıydı. Ben ise galiba ruhu ve beğenileri 1970’lerde takılı kalmış bir insan olarak, Ankara’nın giderek kaybolan eski mahallelerine hala imreniyorum. İkimizin elinde de yaşadığımız semti değiştirebileceğimiz bir sihirli değnek olduğunu var sayalım. Benim tepeden tırnağa şekillendireceğim bir semt ile sohbetimizin ikinci öznesinin tasavvurundaki muhit arasında bir benzerlik görebilir miydik? Hiç sanmıyorum.
Fotoğraf-1: Ankara’nın en eski muhitlerinden Saraçoğlu Mahallesi
Kaynak: https://www.trthaber.com/haber/gundem/saracoglu-ankaralilara-mahalle-kulturunu-yasatacak-525233.html.
Sıra çok daha büyük toplumsal birimlere geldiği zaman ne yapacağız peki? Mesela Platon’un ideal devlete dair düşünceleriyle başlayabiliriz. Birçok toplumsal bilimi derinden etkilemiş Platon, toplumsal düzenin kastlardan meydana gelmesini ve siyasal gücün ise birkaç kişilik bir komitenin elinde toplanmasını önermiştir.[1] Platon’un tasavvurundaki toplumsal düzende kastlar arasındaki geçiş neredeyse mümkün değildir. Toplumu çok sert hatlarla birbirinden ayırmış, bir kentin sahip olması gereken nüfusu noktasına kadar tespit etmiş ve iş bölümlerini ise en ince ayrıntısına kadar belirlemiş Platon’a yürütme yetkisini devrettiğimizi düşünelim. Tarihin şahit olduğu en büyük filozoflardan birinin kendi tasavvurundaki toplumu hayata geçirmek için bir tirana dönüşme ihtimali olmaz mıydı? Çünkü Platon’a göre bir kentin ideal nüfusu 5040’tır. Söz konusu nüfusun aşırı derecede arttığını düşünelim. Yürütme, yasama ve hatta yargı erkini ele geçirmiş Platon hangi tedbirleri alırdı mesela?
Stalin’in tasavvurundaki ideal toplum düzen ile Hitler’in düşünce dünyasındaki saflaştırılmış Germen ırkına dayalı devlet aynı şekilde zarar vermiştir insanlığa, çevreye ve doğaya. Stalin ve Hitler’in ideolojileri, bireysel geçmişleri, ideal toplum tasavvurları ne kadar farklı oluşa olsun her ikisini saygıyla veya rahmetle anan az sayıda insan vardır herhalde. İdeal toplum düzeni, belli bir aşamadan sonra söz konusu toplumsal tasavvura uymayan, uymak istemeyen veya doğuştan getirdiği özellikleri neticesinde ideal toplumun tamamen dışında kalması gereken insanların veya toplulukların dışlanması, sürgüne gönderilmesi, ülkeyi terke zorlanması veya yok edilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Holokost, Hitler’in dünyasında, ideal topluma erişebilmek için alınmış bir tedbirden ibaretti. İnsanlık tarihinin belki de en travmatik ve acımasız katliamı, birçok Nazi için bir kamu politikasından ibaretti. Keza Stalin için ise Kafkasya ve Kırım’da yaşayan birçok halkın Sibirya’ya sürülmesi, Ukrayna ve Rusya’daki çiftçilerin tarımda kooperatifleşmeyi reddetmesinin neticesinde milyonlarca insanın mahsulüne el konularak açlıktan ölüme terk edilmeleri, muhaliflerin ise teker teker avlanması vs. Stalin’in birçok siyasi tedbiri de ideal bir toplum arayışının tezahürüydü.
Fotoğraf-2: Holodomor, Ukraya ve Rusya’daki kıtlığa verilen isim, Ukrayna dilinde “açlıktan öldürmek” manasına gelmektedir.
Kaynak: https://www.bbc.com/turkce/izlenim/2010/09/100924_fooc_ukraine_deniz_berktay.
Şu an İran’daki gelişmeleri kısmen korkuyla kısmen ise heyecanla takip ediyoruz. Bir grup İslamcı tarafından kendi yorumladıkları dini kaidelere göre kurulan İran İslam Cumhuriyeti’nin aslında toplumsal tabanının zannedildiği kadar kuvvetli olmadığı ortaya çıkıyor. Rejim kuvvetlerinin Masha Amini’yi katletmesiyle başlayan süreç, İran’daki birçok kimsenin toplumsal ve siyasi kaideleri karşı çıkmaya başlaması, mollaların ideal toplum tasavvurunun bir parçası olan hemen her şeyin hedef alınması, aylardır söz konusu toplumsal gerilimin sona ermemesinin bir sebebi var. İdeal bir toplum düzeninin kurulması mümkün değildir. Toplumu donmuş veya kalıplaşmış bir yapı olarak tahayyül edemezsiniz. Toplumsal evrim denilen bir gerçek vardır ve bu gerçeği istediğiniz kadar reddetmeye çalışın sonuçta aynı gerçek tarafından ezilme ve hatta yok edilme riskiniz oldukça yüksektir. İnsan sürekli olarak değişen bir canlıyken, toplumun aynı kalabileceğini nasıl tasavvur edebiliriz?
İdeal toplum arayışı ve hatta ideal toplum disütopyasının Türkiye’nin gündemini nasıl belirlediğini biliyoruz. Daha doğru bir deyişle biz ideal toplum saplantısının bireyler üzerindeki etkisini her gün yaşıyoruz. Demokratik, özgürlükçü, yaşam standartları yüksek bir toplumdan kimse bahsetmiyor. Ancak herkes bir ideal uğruna doğması, büyümesi, yaşaması ve ölmesi gereken insanlardan veya insan yığınlarından bahsediyor. Belirleyemediğimiz bu ideal için araç haline dönüştürülen yığınların bir parçası şeklinde yaşamak istemiyorum. Üstelik bu düşüncenizi ifade ettiğiniz vakit, Türkiye’de sizi bir yabancı ya da öteki olarak yaftalıyorlar. İlkesiz, değerleri olmayan veya düzen karşıtı bir insan şeklinde yaftalanmak bu topraklarda son derece kolaydır. Kendi değerlerimi topluma dayatmak gibi bir niyetim olmadığı için muktedir olamıyorum. Çünkü ben demokratik mekanizmaları çok daha önemli ve uzun süreli bir dönüştürücü güce sahip olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle ideal bir toplum düzeni arayışını reddediyorum. Daha özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik bir toplumda yaşayacağımız günleri dört gözle bekliyorum. Belki de benim yaşam sürem böyle bir toplumun şekillendiğini görmeme müsaade etmeyecektir. Ama her ne olursa olsun, belki de Godot’yu beklemekten farklı bir şey değil benim yaptığım, farklı bir geleceğin ümidini kaybetmeyeceğim
[1] Oktay Uygun, Devlet Teorisi, On İki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2017, s. 117-118.