Nisan ayında sıkıcı bir bahar pazarı. Pandeminin yasak kabusları henüz üzerimizden kalkmamış, bu güzel günlerde evlerimize tıkılmak zorundayız. Twitter’da günün anlam ve önemini görüyorum: Paskalya Bayramı. Birkaç kişiden art arda “Kurtuluş’taki fırınlardan Paskalya çöreği alıp yenmeli bugün.” tweeti düşüyor önüme.
Kurtuluş evim sayılır, yürüme mesafesi. Böyle bir kültürel deneyimi edinmekten daha güzel bir şey aklıma gelmiyor ve gidip Paskalya çöreği alıp geliyorum. Mahlepli ve damla sakızlı bu leziz çöreği kahve eşliğinde yerken Kurtuluş’un Paskalya çöreklerindeki bu üstün başarısının arka planını merak edip internetten kısa çaplı bir araştırma yapmaya karar veriyorum.
Kurtuluş, Paskalya, gayrimüslim cemaatler gibi kilit kelimeler beni “Bunu mu demek istediniz?” minvalinde “Tatavla” anlatılarına yönlendiriyor. O zaman öğreniyorum bu güzel semtin eski sakinlerinin ağırlıklı olarak gayrimüslimlerden oluştuğunu, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromu, Rum sürgünü derken semtten geriye ancak bir “Kurtuluş” kaldığını.
Yaşayan bir semtin böylece yok edilmesinin hüznüyle biraz daha araştırınca farklı detaylar da öğreniyorum. Bunlardan en dikkatimi çeken, Tatavla’nın her yıl düzenlenen Baklahorani isimli kendine ait bir karnavalı olduğu (karnaval ile ilgili daha detaylı bilgiyi buradan edinebilirsiniz). Şimdilerde Türkbeyi, Ergenekon, Bozkurt isimli sokaklarla donatılmış bu savaş ganimeti semtinde bu kültür şöleni her ne kadar canlandırılmaya ve yaşatılmaya çalışılsa da anılarının gölgesinde kalıyor.
Sıradan bir gün, öğle vakti. Bir terziye ihtiyaç duymam üzerine çevrimiçi harita üzerinden arama yaparak evime en yakın, yoluma en uygun terziyi tespit edip gidiyorum. Terzi oldukça yaşlı bir amca. İçten, işini bilir tavrı ve çok iyi terziliğiyle kısa sürede sevgimi kazanıyor ve o günden sonra her terzi ihtiyacımda oraya gitmeyi uygun görüyorum.
İlk konuşmamızda “canim” tonlamasıyla dikkatimi çeken kırık Türkçesi zaten “ele vermişti” Mıgırdiç Amcayı. Ama gerek zamanla ilerleyen muhabbetimiz gerek benim her içeri girdiğimde yeni bir detay arayan gözlerim sayesinde Mıgırdiç Amcanın eski İstanbullulardan bu savaş ganimeti semtin ev sahiplerinden olduğunu öğreniyorum. Çetin Tekindor’dan Engin Günaydın’a duvarları süsleyen ünlüler geçidine alışkanlık kazandıktan sonra (demiştim, çok iyi terzi Mıgırdiç Amca) 1960 yılında Maçka çayırında top oynarken çekilmiş fotoğrafı gözüme çarpıyor bir gidişimde. Ama bunların hiçbiri eşine, çocuklarına ve diğer özel fotoğraflara ayırdığı panoda dikkatimi çeken Hrant Dink fotoğrafı kadar çarpıcı olmuyor benim için. Hemen hemen her gün yanından yürüdüğüm (üzerine basmamak için özenle yanından yürümeyi tercih ettiğim), Hrant’ın vurulduğu yerdeki anıt taşı belki de her akşam dükkanından çıkıp selamlarken ne hissettiğini düşünmeden edemiyorum çünkü. Belki bu yalnızca komşuca hissedilen bir yakınlıktı, belki birlikte Paskalya kutlamışlıkları vardı. Bilemiyorum.
Güzel bir yaz başlangıcı akşamı. Hikayelerini dinledikçe gözümde büyüyen Çiçek Pasajı’na ilk kez rakı içmeye gitmişim, özene bezene oturmuşum. Keyifli sohbetimizi bir süre sonra mekana doğrultuyoruz: Çiçek Pasajı’nın duvarlarında asılı fotoğraflar. O fotoğraflardaki insanların kim olduklarına dair tahmin yürütürken meyhanenin o akşam bizim masamızla ilgilenen işletmecisi bizi duyup, mekanın çok da kalabalık olmamasının verdiği rahatlıktan olacak muhabbetimize dahil oluyor usulca.
“Madam Anahit. Her akşam gelir burada akordeon çalardı. Çok eskiden tabi. Rahmetli oldu şimdi.”
Kendisi Yeşilçam filmlerindeki hikayeleri andıran bir hayat sürmüş. On beş yaşlarında bir çocukken garson olarak girdiği Çiçek Pasajı’nda bugün bir işletme sahibi, bir diğerinin ortağı. Bunun verdiği sevecen bilgiçlikle, ama tevazu ile, anlatıyor bir bir fotoğraflardaki insanları. Sonra parmağıyla pasajın İstiklal girişinde bir duvar resmini göstererek “Bunu da birkaç yıl oldu yapalı…” diyor, “… o da Madam Anahit.”
Demek ki önemli biri Madam Anahit. İsimden aldığım fonetik keyifle birlikte aklıma koyuyorum bu ismi araştırmayı. Altında bir mesaj çıkmasını, Anahit’in benim bilmediğim kadim bir dilde “eğlendiren bilge kişi” gibi bir karşılığı olmasını umarak.
Beklentimden farklı şekillense de oldukça güzel bilgiler sunuyor bana kısa araştırmam. Anahit, Ermenilerin ana tanrıçasıymış meğer. Pagan dönemi Ermenilerinin yeni yılı ağustosun ikinci haftası başlarmış. Bugün, Büyük Tanrıça Anahit’e adanan, üzüm kutsandığı bir günmüş. Anahit’e saygı nişanesi olarak üzümler, pınarlara, çeşmelere bırakılır ve sonrasında yeni olgunlaşmış olan üzümlerden yenebilirmiş (daha kapsamlı bilgi için burayı ziyaret edebilirsiniz). Bu güzel bilgileri, Çiçek Pasajı’na birlikte gideceğim her bir yeni insana aktarmak üzere aklıma iyice kazıyorum.
Şu an, bunaltıcı bir ağustos sıcağında Ankara-İstanbul yolunda ilerlerken size bunları anlatma sebebim bugün (siz bu yazıyı birkaç gün sonra okuyacaksınız) üzüm orucunun son günü oluşu. Bu sebeple birkaç şey söylemem gerekiyor gibi hissediyorum.
Bugün birlikte yaşadığımız pek çok insan, birlikte yaşama pratiklerimizi yok etme çabasının gölgesinde kültürlerini yaşatıyor. Bu anılarımı birleştirme sebebim de buna dair çıkarımımı size aktarmak. Kültürel monotonlaştırmaya, hegemonya kurmaya yönelik bütün çabalara rağmen bu toprakları var eden bu kültürler hala günlük hayatımızda dahi büyük izler bırakıyor. Bunu kültürün insanüstü olarak varlığını sürdüren yapısını analiz ederek açıklayan etnografik incelemeler yapmayı yersiz, kendimi de bunun için yetersiz görüyorum. Ancak kültürel yozlaşma diretmesine karşın sevdiğimiz kentleri, semtleri “öyle” yapan kültürleri tanımak oldukça hayati bir öneme sahip. Nitekim bunun bir “kültürel çeşitlilik” yelpazesi palavrasının ötesinde, yozlaşmaya karşı durmanın önemli bir gerekliliği ve bir sorumluluk olduğuna yürekten inanıyorum.