Hepimiz Aynı Gemideyiz Ama Gemi Su Alıyor

Gönül isterdi ki yeni yılın ilk yazısında bu topraklarda yaşamanın güzelliklerinden bahsedebilseydim. Uzun zamandır aslında yaşadığımız coğrafyanın ne kadar güzel bir iklime, bereketli topraklara, muhteşem bir bitki örtüsüne, türlü türlü sevimli canlıya vs. ev sahipliği yaptığını unutmuş vaziyetteyiz. En son ne zaman saf bir neşeyle hareket edebildiniz? En son kaç sene evvel dolmuşa binerken acaba üzerimdeki nakit ile tüm günü geçirebilir miyim dediniz? Tedirginlik, panik, gelecek kaygısı vb. duygular hayatımızı çepeçevre kuşatmış vaziyetteyken gündelik yaşamlarına devam etmeye çalışan ürkek insancıklara dönüştüğümüzü düşünüyorum. Türkiye’nin kaotik gündeminden uzak kalabilmek adına ayrı bir dünya yaratabilmek için elimden gelen çabayı gösterdim. Oysa gerçekten kopmak veya uzak durmaya çalışmak, beni neredeyse tükenmenin eşiğine getirmiş. Çünkü önünde sonunda o gerçekle karşılaşıyorsunuz. Gerçek ile karşılaştığınız anda ise nakavt edilmiş bir boksör gibi hissediyorum kendimi. Gelin o zaman, bir kez daha, ülkemize dair bazı gerçeklerle birlikte yüzleşmeyi deneyelim.

Neredeyse üç yıldır gerçek anlamda bir distopyanın içinde yaşadığımı hissediyorum. Yazdığım satırlardan ümidimi yitirmeye başlamış bir bireymişçesine beni tahayyül etmenizi istemem. Ancak bazı gerçekleri kabullenmeden ülkede bir değişimin başlaması da son derece güç. Bu sıkışmışlık halini ailemle yemek yediğim sofradan tutun da dost meclislerine kadar her yerde hissettiğimi söylersem abartmış olmam. Üstelik bu süreç, netice itibariyle birlikte yaşama arzumuzun kaybolmasına da yol açacak gibi görünüyor. Türkiye zaten birlikte barış ve huzur içinde yaşama arzusunu kaybetmiş insanların barındığı bir memleket haline geldi. Benim aynı ülkeyi paylaştığım yurttaşların çoğundan herhangi bir beklentim kalmadı. Sizinle aynı ülkede yaşayan, ucuz ekmek alabilmek için dakikalarca kuyrukta bekleyen, belediyenin ya da vakıfların gıda yardımına bel bağlayan insanlara iktisadi gidişat ile ilgili iki kelam laf anlatmak isteseniz sonunda kıyamet kopuyor.

Türk ekonomi modelinin yarattığı mucizelerin tüm hayatımızı derinden etkilemesi ise ayrı bir muamma. Osmanlı İmparatorluğu’nun karşı karşıya kaldığı en derin iktisadi krizlerden biri esnasında (1870’lerin sonu) halk, artık gündelik hayatını idame ettirecek bozukluk bile bulamamaya başlamıştı. Günlük hayatı devam ettirebilmek için piyasa müthiş bir çözüm buldu: Para-bilet.  İstanbul Tramvay Şirketi, Şirket-i Hayriyye, İdare-i Mahsusa ve Anadolu Demiryolu gibi şirketler, Arnavutköy Aya İoniu, Üsküdar Surp Garabet, Taksim Aziz Ohan Oskeperan, Ortaköy Surp Astzvazazin Ermeni, Yeniköy gibi Kiliseler, Galata, Ortaköy Semirat Holim, Mayor Hasköy ve Kastorya Havraları ve Şile Balibey, Bandama Haydarçavuş, Yakacık Camileri gibi dini kurumlar ile fırın, kıraathane, bakkal, eczane, otel, pastane ve manav gibi ticari müesseseler faaliyetlerini sürdürebilmek için küçük değerli kağıt paralar, başka bir ifadeyle  para-biletleri piyasaya sürdüler.[1] Bu sürecin sonunda artık biletlerin ve hatta posta pullarının bile bir ticari dönüşüm aracı haline gelmesi, halkın dilinde yeni bir deyimin dolmasına sebep olmuştur: “Para pul oldu”.

Fotoğraf-1: Emmi tişörtü.

Kaynak: https://www.gzt.com/gztmzt/tespite-gel-akrabalarimiz-ile-ozdeslesmis-11-item-2586790 (Erişim Tarihi: 01/01/2023).

Günümüze dönecek olursak Türk ekonomi modelinin piyasaları yatıştırmak için başvurduğu dahiyane çözüm yöntemleri sadece paranın pul olması sonucunu getirmiyor. Para, kendi alın teriyle geçinmeye çabalayan, ücretli ve emekçi kesim için pul haline geliyor. Netice itibariyle, 200 liranın alım gücü daha şubat ayına geldiğimizde düşmüş olacak. Ancak şu anki iktisadi modelimiz, kitlesel yoksunluğun derinleşmesine ve yaygınlaşmasına zemin hazırlıyor. Asgari ücret düzeyini genel ücretler düzeyine yaklaştırarak ücretli-maaşlı emekçiler için hayatı çok daha katlanılmaz hale getireceğini söyleyebilirim. Elbette karar alıcıların asıl hedefi ülkedeki on milyonlarca insanı yaşamını zorlaştırmak değil. Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin de belirttiği üzere asgari ücretliye, memura, emekliye ne verilse haklarıdır; fakir fukaraya vermek bereket getirir.[2] Karar alıcıların bu noktada öncelikle gözettiği husus, müthiş bir sermaye transferi yapmanın en kolay yolunu keşfedebilmekti. Nitekim faizlerin indirilmesi, Türk lirasının tarihteki en iddialı devalüasyonlardan birine maruz kalması, kur korumalı mevduat sistemi, yap-işlet-devret modeli vs. bunun aşamalarıydı. Genel itibariyle bir değerlendirme yapmamız gerekirse biz sadece neo-liberal kapitalist politikaların gündelik akışı içerisinde fakirleşmiyoruz. Aynı anda kendi kazancımızın yarısını sermaye gruplarıyla da paylaşmak mecburiyetinde bulunuyoruz.

Toplumun önemli bir kısmı giderek fakirleştiğimizi hissetmekle birlikte kitlesel yoksulluğun bilinçli bir tercih olduğunu göremeyecek kadar büyülenmiş vaziyette. Sokak röportajlarını izlerken benim yaş grubumdaki birçok insanın deyim yerindeyse çıldırdığını görüyorum. Emmilerin gençleri hangi saiklerle suçladığını teker teker yazmak lazım:

  • Şükredeceğin yerde isyan ediyorsun.
  • Çıkar cebindeki telefonu.
  • Şunun ayağındaki ayakkabıya bak. Hala konuşuyor.
  • Almanya’da ekmek bulamıyorlarmış. Senin haberin var mı?
  • Biz tüp ve yağ kuyruklarında bekledik. Utanmadan konuşuyor.

Bu listeye eklenebilecek cümlelerin haddi hesabı yok. Yaklaşık olarak üç yıldır yüksek enflasyon altında ezilen bir topluma mensup bazı bireyler bilinçli yapılan bir sermaye transferini dış güçlere, küresel emtia fiyatlarının artmasına, Rusya-Ukrayna arasındaki çatışmalara vb. nedenlere bağlıyorsa durup bir düşünmek gerekmiyor mu? Yurttaşların bir kısmı ise Lozan Barış Antlaşması’nın 2023 itibariyle sona ereceğine ve kısıtlayıcı hükümlerinin ortadan kalkacağına inandığı için Türkiye’nin Ay’da koloni kuracağını ümit ediyor. Mübalağa, çok sevdiğim ve sıkça başvurduğum bir edebi sanattır. Ancak söz konusu memleket olduğunda mübalağaya başvurmak anlamsız bir hale dönüşüyor. Keza Türkiye’nin asıl birleştirici gücü bana göre mübalağanın kendisidir. Zaten Cumhuriyet Halk Partisi’nin herhangi bir kitleyi, kendi evladını desteklemek için bile olsa, birleştiremediğine de geçtiğimiz günlerde şahit olduk.

Fotoğraf-2: “Çıkar telefonunu göster” diyen bir beyefendiye vatandaş tarafından verilen cevap. Kaynak: https://www.birgun.net/haber/telefonunu-cikar-diyen-adamin-agzina-telefon-soktu-368335 (Erişim Tarihi: 02/01/2023).

Propagandanın bu denli yoğun olduğu, tarafsız haber kaynaklarının susturulduğu, aynı masalların farklı basın-yayın organlarınca toplumu hipnotize ettiği bir ülkede bile iktisadi kriz hissedilebiliyor. Sebeplerin bulunması ya da bahanelerin üretilmesi, bu dehşetengiz sermaye transferinin ömrünü uzatmaktan başka bir işe yaramayacak. Şu an için kabul etmem gerekir ki toplumun önemli bir kesimi, iktisadi krizin gelip geçtiğini ve enflasyonun düşmeye başlayacağına ikna olmuş vaziyette. Asgari ücretin rekor düzeyde artması, devletin EYT’nin bütçeye getireceği yükü karşılayabilecekmiş gibi hareket etmesi, haneler tarafından kullanılan doğalgazın birim fiyatının düşmesi, kamu kurumlarının üç harfli marketlerle destansı bir şekilde mücadele etmesi vb. nedenler toplumun bir kısmını ikna etmiş görünüyor. Ancak eninde sonunda hepimizin gerçeklerle yüzleşmesi gereken bir an gelecek. Yazımın başında da belirttiğim gibi gerçeklerden sonsuza kadar kaçamıyoruz. Ancak gerçeklerin önünde sonunda yüzümüze tokat gibi çarptığı bir an geliyor. Bu toplumun bir ferdi olarak en büyük temennim o çarpışma anını umarım olabilecek en az hasarla atlatabiliriz.


[1] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/para-iste-boyle-pul-oldu-39108198.

[2] https://www.birgun.net/haber/nebati-asgari-ucretliye-memura-emekliye-ne-verilse-haklaridir-fakir-fukaraya-vermek-bereket-getirir-413346.

Gizem Magemizoğlu

Gizem Magemizoğlu

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.