Inti-Illimani’nin İstanbul’daki konserini yazarak yeni bir yolculuğa başladığım arete’deki ilk yazım, aslında Tarkan’ın “Geççek” videosu ile mor ve ötesi’nin Sirenler albümünü farklı tutumlarda konumlandırarak toplumdaki karşılıklarını aramak üzerine olacaktı. Aradan geçen zamanda bu konunun güncelliğini yitirdiğini düşündüğüm için o yazıdaki yaklaşımlarımı sunmayı erteledim ve ikinci yazıda bunu da içeren ama olaya bu sefer, metaforları da birer örnek olarak sunup konuya genelinden yaklaşan bir yazı yazmak istedim. O da zaten şu anda okuduğunuz yazı.
Türkiye’de ne bundan önce görülmüş ne de muhtemelen bundan sonra görülebilecek türde siyasi bir konjonktür söz konusu. Bu, benim tamamen rahatsız olduğum bir konjonktür olsa da ilk cümledeki yaklaşımım iyi ya da kötüden ziyade durumun kendine has oluşu ile ilgili. En temel sorunumuzun iktidar olduğunu düşünmekle birlikte bundan rahatsız olan geniş topluluk içinde ortaya çıkan yaklaşımlarımızın bir kısmını da uzun vadede bu sorundan bağımsız göremiyorum.
Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan’ın, özellikle 1994 – 2019 arasındaki sandık performansını -ki 7 Haziran 2015’i hariç tutuyorum- ve halihazırda geniş yetkilere sahip bir biçimde sürdürdüğü cumhurbaşkanlığı makamında bulunduğunu göz önünde bulundurunca Türkiye’de her gün herkesin başka bir cumhurbaşkanı adayı tahayyül etmesini normal buluyorum. Hoşumuza gitmese de bu sandık performansı, benim asla katılmadığım ama toplumun genelinde gördüğüm bir algı dahilinde Erdoğan’a ve AKP’ye bir “yenilmez” kimliği yüklemeye, halihazırdaki durumda bile devam ediyor. Böyle bir ortamda insanların içinde bulundukları durumdan farklı bir alternatife geçiş yapmak için onlarca ismi ve fikri düşünüp dile getirmelerini yadırgamak acımasızca olabilir. Yıllardır kesintisiz bir biçimde seçim atmosferiyle yaşayan bir ülkede insanlar da bu duruma odaklanıp çıkış yollarını düşünüyorlar.
Ancak, bununla birlikte anti-iktidar figürünün ve bu kimliği oluşturan kahramanların her alanda ve bu kadar özensizce aranmasının bir yerden sonra toplumsal muhalefetin yıllardır sürdürdüğü mücadelenin ciddiyetini kaçırdığını düşünüyorum. Erdoğan’ın başbakanlık yıllarında sözlediği bir söz vardı, hatırladığım kadarıyla mealen “Ben kitap okumuyorum, arkadaşlar özetlerini benimle paylaşıyor” minvalinde bir cümleydi.
Bununla hepimiz dalga geçtik ama yine birçoğumuz kitapların bütününü okusa da hayatı ve gündemi yorumlayış biçimiyle Erdoğan’ın burada kurduğu cümleye çok yakınız. Örneğin, binlerce sayfalık iktisat teorileri arasında bugün halkın büyük bir çoğunluğunun ezbere bildiği argümanları tweet atarak Türkiye’nin “duayen” bir gazetecisi tarafından ekonominin başına geçirilmesi gereken insan olarak tanımlanmanız mümkün. Aynı gazeteci, son yıllarda televizyonlarda tartışan akademisyenlerin, gazetecilerin arasında sadece bir iki slogan savurup geçmekle meşgul olmaya devam ediyor. Yıllardır kurmaktan bıkmadığı benzer türde cümleleri Twitter’da binlerce “fav” ile buluşturan ekonomist de bir sürü genç tarafından cumhurbaşkanı adayı ilan ediliyor.
Yeni aşina olduğumuz insanları olumlamakta fazla acele ettiğimiz gibi bir kere olumladığımız insanlara sonsuz kredi vermekte de üstümüze yok. Hayatı sabit fikirlere saplanmış güruhlar olarak kamplaşarak sloganlarla yaşamayı alışkanlık haline getiriyoruz. Bizi rahatsız eden kişilere ve onların taşıdıkları değerlere karşı olduğumuz duygusunu güçlendirmek için “anti” karakterlere dönüşüp kendi durduğumuz yerde radikalleşiyoruz. Bu, duruş sahibi olmaktan çok saplantıya doğru ilerliyor. Sloganlarla yaşamak tam da burada başlıyor. Muhalefet bile kendi içinde bu durumda, örneğin helalleşme ve hesaplaşma vaatleri, birer slogan olarak birbirine atılan taşlara dönüşmüş durumda. İşin doğruya en yakın görünen halinde buluşup toplumun ezilen kesimleriyle devlet adına helalleşip bunca yıldır halkın çalınan yıllarının ve emeğinin hesabını sormak konusunda hemfikir olmak zor olmamalı. Ancak iki tane slogan birbiriyle çatışıp duruyor. Kiminle helalleşelilecek, kiminle hesaplaşılacak; anlayan anladı mı bilmiyorum. Bana net bir bilgi gelmedi. Pandemide sokaktan iyice uzaklaşıp sosyal medyada kamplara bölündükçe “bitaraf olanın bertaraf olduğu” bir atmosferde zaten kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya. Farklı düşünenlerin birbiriyle demokratik bir iletişim kurması umuduyla biraz olsun “ortada” duranları kimse kendi masasına davet etmezken birçoğumuz da birbirimizi anında yaftalamakla meşgulüz. Yaftalanma korkusuyla için kendi mahallesine hapis olup özgür iradesinin düşüncelerine hasret duyanlar da cabası.
Bugün burada verdiğim örnekler üzerinde kendimi doğru yerde konumlandırdığımı düşünsem de hayatın farklı alanlarında aynı hatalara düştüğüm oluyor. O yüzden bu yazı, içinde bulunduğum milyonlarca kişi adına kendimce yaptığım bir öz eleştiri. Evet, anlıyorum. Gerçekten çok yorulduk, gerçekten bunaldık. Benim ve akranlarımın gençliği de bu döneme feda oldu, oluyor ama son derece rahatsızlık duyduğumuz olguların karşısında bile dönüp kendimize bakmaktan imtina etmemeliyiz. Hayat siyah, beyaz değil. Karşımızdaki ne kadar siyah olsa bile biz kendimizde en azından gri tonları aramalıyız. Yoksa “beyaz”da aradığımızı bulamayınca, beyazdan siyaha geçiş, yanında getirdiği hayal kırıklıklarıyla birlikte her seferinde daha yıkıcı olacak ve hayatımız boyunca bizi mutsuz edecek. Hayat, bir slogana ya da bir ana sıkıştırılamayacak kadar karmaşık bir yapı ve bunu mümkün olabildiğince düzgün yaşayabilmek için çeşitli disiplinlerde çeşitli argümanları göz önünde bulundurmaya; hepsinin çelişkilerini ve ortaklıklarını irdeleyerek kendimize özgün bir yol çizmeye ihtiyacımız var. Yoksa beklentimiz de, sevincimiz de, hayal kırıklıklarımız da her zaman siyah ve beyaz arasındaki kadar gelgitli ve keskin olacak. Düşüncelerimiz bu yolculuğu sürekli yapacak kadar enerjik değil. Bugün kimse yenilmez de değil, kahraman da değil. Tek adam rejimini eleştirirken kendimize bir “karşı tek adam” yaratmakta, bunu da üç beş sloganla ve abartılı tepkilerle ifade etmekte yarar var mı bilmiyorum. Bence bir şeyler değişecekse, güzelleşecekse bunun bir kültür ve duruş olarak halkın geneline yayılması ve değişimin en güzelini, mümkün olabildiğince geniş bir biçimde sınıfsal ve etnik çeşitlilik ile, halkın gerçekleştirmesi lazım. Bana göre bir şeyler geçecekse, bakın “geççek” demiyorum, böyle geçecek.