Hayat Sona Erdi.

Bu cümleyi Tatyana Tolstaya’nın “Böcü” isimli bir romanında okumuştum.[1] 6 Şubat sabahından beri hissettiğim, ama son günlerde çok daha net biçimde idrak ettiğim bir gerçeği dile getiriyordu roman karakteri. Roman karakterinin dünyasıyla benim yaşadığım gerçekliği birbirinden ayıran çok önemli bir duvar var aslında. Roman karakteri, kıyametin bir kere değil iki kere koptuğu bir dünyada yaşıyordu. Ben ise kıyametin her gün koptuğu bir ülkede yaşıyorum. Kişilere, kurumlara ve yaşananlara dair yıllarca konuşabilirim, yazabilirim veya serzenişte bulunabilirim. Kaldı ki sadece serzenişte bulunmak neyi değiştirir? Büyük bir acının ortasında kalmış bir yurttaş topluluğunu anlatabilmek için ne yapmak gerekir? O yüzden belki de kıyamet sonrasını anlatan bir kitabın duygularıma tercüman olabileceğini hissettim. Türkiye’deki milyonlarca insanın Antakya ile ilgili gördüğü, okuduğu ve dinlediği şeyler buzdağının görünen kısmı bile değil. Şu dünyada hafıza kaybı yaşamayan tek bir Antakyalı bile kalmamıştır büyük ihtimalle. Çünkü gerçekten bizim bildiğimiz anlamıyla hayat Antakya’da sona erdi.

Antakya’da neler yaşandığını hepimiz biliyoruz. Bana düşen ise yaşananları derin derin anlatmak ya da yeniden hatırlatmak değil. Bir Antakyalının hislerini yurttaşlara tam manasıyla izah edebilmek mümkün müdür? Ben bir Antakyalı olarak böyle bir ihtimali mümkün görmüyorum. Belki izlediğim filmler ya da okuduğum kitaplar aracılığıyla gözünüzde canlanmasına vesile olabilirim. Kıyamete bedel bir yıkımın yaşandığını tahayyül edin. Belki bildiğiniz anlamda modern uygarlığın sonunu getiren bir meteor dünyaya düşmüştür ya da nükleer bombaların ardı ardına patlamasının neticesinde geçmiş ve bugün arasındaki tüm bağlar bir anda ortadan kalkmıştır. Antakya’da ise şu anda geçmişi geleceğe bağlayan bir köprü yok. Yakınlarımızı ve sevdiğimiz insanları toprağa vermekle kalmadık sadece. Tüm çocukluğumuz, gençliğimiz, anılarımız, kahkahalarımız, hüzünlerimiz, Antakya’ya özgü bir arada yaşama kültürümüz vs. hepsi çok büyük bir yara aldı. Çocukluk fotoğraflarımın çekildiği evlerin tamamı artık bir moloz yığını. İlk gençliğimizde arşınladığımız sokakları tanıyabilene ise aşk olsun. Artık o sokaklar bizim için gözü kapalı geçebileceğimiz patikalar olmaktan çıktı.

Fotoğraf-1: Şehri terk etmek zorunda kalan Antakyalıların son seslenişi (Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/12-gunun-ardindan-hatay-geri-donecegiz-haber-1604118).

John Fowles’a ait Koleksiyoncu isimli bir romanında hiç unutmadığım bir pasaj vardır. Pasajda geçen ifadeleri aynen size aktarmak istiyorum: “… Bir gün elime Gestapo’nun Sırları başlıklı bir kitap geçmişti; savaş sırasında kullanmak zorunda kaldıkları işkence ve benzeri şeyler hakkındaydı ve tutsakların katlanmak zorunda oldukları ilk şeylerden birinin neden dışarıda neler olup bittiğiyle ilişkilerinin kesilmesi olduğunu anlatıyordu. Yani bilgi edinmelerini engelliyor, aralarında bile konuşmalarını yasaklıyorlardı; böylece eski dünyayla bağlantılarını koparıyorlardı. Bu da onların yıkımı oluyordu…”[2] Antakyalıların başına gelense, bildikleri ve sadece kendilerine has bir dünyayla bağlarının tamamen kopmasıydı. Evet benim sizlere anlatmaya çalıştığım bu dünya, sadece Antakyalılara hastı. Sebebini şöyle açıklayabilirim: din, etnisite ya da mezhep gibi unsurların üstünde yer alan bir kimliğe de sahiptir Antakya halkı. Antakya’ya güya yardım etme amacıyla gelen birtakım mürtecilerin Antakyalı ve Samandağlı Ortodokslar hakkında sarf ettiği ifadeler hala aklımda. Anadolu’da birlikte yaşama alışkanlığı çoktan beridir kaybedildiği için mürtecilerin Antakya kültürünü anlayabilmesi zaten mümkün değil. Ama Antakya’daki kent kültürü, şehirde yaşayan herkesi yoğun bir şekilde biçimlendirmiştir. Çoğu kişisel ve kültürel özelliklerimiz, kent kimliğinin etrafında şekillenmiştir. Bu durum ise çoğu Antakyalı için bir medarı iftihar meselesidir.

Antakyalılar sevdiklerini, ailelerini, komşularını, dostlarını, yuvalarını kaybetmiş bir insan topluluğu. Antakya etrafında şekillenen bir kültür ve hafıza ise şu an bizim elimizde kalan yegâne mirasımız. Yukarıda yer alan pasajın bir Antakyalı için neden önemli olduğunu görebiliyor musunuz? Eski dünyamızla bağımızın kesilmesi demek, bizim hayat damarlarımızın kopması anlamına geliyor. Zannediyorlar ki Antakyalılar kaybettikleri evleri ya da konforları için yas tutuyor. Elimizi vicdanımıza götürelim ve soralım XXI. yüzyılda sıcak bir çatının altında yaşamak, temiz içme suyu talebinde bulunmak, günde üç öğün yemek, hijyen ürünlerine erişmek vs. konfor arayışının bir parçası olarak değerlendirilebilir mi? Peki Antakyalılar temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kimden yardım istesinler? Zaten günbegün daha da yoksullaşan yurttaşlardan mı medet umalım? Hafta boyunca yaşanan fırtınadan sonra gördük ki barınma ihtiyacı bile karşılanabilmiş değil. Kızılay Başkanı dağ tepe gezerek haşin bir delikanlıymışçasına selfi çekebilir elbette. Ancak ülkede her şeyin bu kadar absürtleştiği bir dönemde, kendi kentimize ait davranış kalıplarını sürdürme isteğimiz veya kültürümüzü korumaya çalışmamız çok mu abes?

Fotoğraf-2: “Yıkılma Hatay. Biz varız.” Duvar yazıları, şehirde kalanlar için hâlâ bir motivasyon kaynağı (Kaynak: https://www.ntv.com.tr/galeri/turkiye/yikik-sehir-hatay-geri-donecegiz,FF3O7- b8EkeG8iEgak0H2w/ywys0DqBmkC1uToXXfSMgg ).

Antakya’nın TOKİ tarafından da inşa edilmesine son derece karşıyım. Ayakta kalan binaların bir kısmı TOKİ’nin teknik manada doğru bir iş yaptığını elbette gösterir ve takdir edilmelidir. Ama Antakya tarihsiz veya kimliksiz bir şehir asla olmadı. Antakya’nın kültürünü ve Antakyalıların kimliğini şekillendiren unsurlardan birisi de daracık sokaklar, cumbalı evler, otantik kapılar ve mozaik kaplamalardı. Balkonu bile bulunmayan o TOKİ evleri, ancak bizim geçmişimizle kurduğumuz bağı koparmak ve kimliksizleştirmek amacına hizmet eder. Gözlerimiz neler neler görmedi ki Antakya’da? Sevdiklerimizin bedenlerinin henüz sıcaklığını yitirmediği binalara moloz muamelesi yaptılar. Antakyalıları kendilerine göre şekillendiremeyen her kurum ve şahıs, Antakyalıların dini inançlarını, mezheplerini, parti aidiyetlerini ve dillerini aşağılamakta bir beis görmedi. Sürekli bir şekilde ötekileştirilen ya da aşağılanan insanlar bir daha eskisi gibi olabilir mi? Ben, bu yazıyı okuyacak insanların, sadece empati kurmasını istiyorum. Ben bu yazıyı yazarken, Hatay’daki insanların hâlâ kalacak bir yerleri yok. Kentteki moloz yığınları, Antakya’daki tarım alanlarının içerisine boşaltılıyor. Antakya ve Samandağ’daki çöpler, Mileyha Kuş Cenneti’ne dökülüyor. Binlerce kaplumbağanın yumurtladığı kumsallarımız, bu doğa katliamının bir parçası haline getiriliyor.

Fotoğraf-3: Hatay’da bulunan neşeli iskelet. (Kaynak: https://arkeofili.com/hataydaki-neseli-iskelet-mozaigi-pariste-tanitilacak/).

Antakya’da 2012’de bulunan bir mozaik üstünde (yukarıda yer almaktadır) “Hayattan zevk alan” yazısının hemen altında uzanmış bir iskelet mevcuttur. Bu iskelet, bir şarap amforası ve ekmek somunlarının arasına uzanıp keyif çatmaktadır. Antakyalılar, depremden önce hayattan keyif alan, memleketlerini oldukça seven ve neşeli insanlardı. Artık Antakyalıların önemli bir kısmı Adana, Mersin, Antalya, Ankara ve diğer kentlere göç etmek zorunda kaldılar. Ne Antakya’da kalanların ne de Antakya’dan gidenlerin geleceği yönelik belirgin bir ümidi var. İnsanı ayakta tutan en temel his, hayatta kalma dürtüsüdür. Şu an Antakyalıları ayakta tutan en temel hissiyat bu. Yoksa Antakyalıları belki de şu anda “hayattan keyif alan ölüler” şeklinde de anabilirdiniz. Nitekim yukarıdaki iskelet, tıpkı bizim gibi hayattan keyif almasını bilen bir Antakyalıydı. O kadar acının, yıkımın ve terk edilmişliğin ortasındaki tüm Antakyalıları ayakta tutan bir dürtü daha var aslında: Antakya’ya geri dönmek. Antakya’ya geri döneceğiz ve kendi kentimizi, üretim bandından çıkarılmış bir kent değil, geçmiştekinden daha güzel bir şekilde tekrar kuracağız. Çünkü biz Antakya’daki herkesi seviyoruz. Biz sadece Antakya’nın insanlarını değil kuşlarını, kaplumbağalarını, kedilerini, ağaçlarını, rengarenk çiçeklerini kısacası Antakya’ya ait her canlıyı seviyoruz. Yazımı bitirirken 75 yaşındaki büyükannemin bir cümlesiyle sizlere veda etmek istiyorum: “Bana sahip olduğum her şeyi Antakya verdi. Antakya’yı kaderine terk etmeyeceğim.”


[1]Tatyana Tolstaya, Böcü, Eyüp Karakuş (çev.), Jaguar Kitap, 1. Basım, İstanbul, 2020, s. 366.

[2] John Fowles, Koleksiyoncu, Münir H. Göle, Ayrıntı Yayınları, 18. Basım, İstanbul, 2022, s. 43-44.

Gizem Magemizoğlu

Gizem Magemizoğlu

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.