Bundan sadece üç yıl önce evsizlik üzerine yazdığım tezi savunduğum zaman evsizliğin ülkemizde diğer ülkelere kıyasla küçük bir sorun olduğunu konuşuyorduk. Dolayısıyla da üzerine çok fazla araştırma bile yoktu. Daha 2011 yılında Suriye savaşı henüz yeniyken Türkiye’de 70.000 evsiz olduğuna inanılıyordu (Emek ve Adalet Platformu, 2011). Bugün, büyüyen göçmen sorununa bir de yüksek enflasyon ve konut krizinin eklenmesiyle birlikte sayının ne kadar yükselmiş olabileceğini az çok tahmin edebiliriz. Çünkü evsizlik sadece sokakta kalanları değil; hostellerde, on kişiyle tek göz odada, iş yerinde, arabalarında, kısacası insan onuruna yakışır bir şekilde ev sayılamayacak herhangi bir yerde yaşayanları da kapsıyor.
Fakat tüm bunların üstüne, M.A.M’ın iki hafta önce yayınlanan bölümünde[1] sadece İstanbul’da hiç kullanılmayan 700.000 konut olduğunu öğrendik. Bu adaletsiz düzenin, vatandaşlık tanımları daha en başında yapılırken özel mülkiyet hakkının diğer tüm haklar için model sayılması (Fraser & Gordon, 1998) ile temellendirildiğine, öğrencilerin barınma sorununa ilişkin arete’de birkaç ay önce yazdığım şu yazıda[2] değinmiştim. O yazıda da sonuç kısmında belirttiğim gibi, bu düzen, sizden daha fazla mülkiyeti olanı sadece bu sebeple sizden daha haklı yapıyor.
Barınma meselesi doğrudan bir özel mülkiyet meselesi olmakla birlikte diğer sosyal haklarımızın teminatı için de çok önemli bir konu. Sözgelimi, önce istihdam etmektense önce barınma sorununu çözmenin derin yoksullukla mücadelede ortaya çok daha iyi sonuçlar çıkardığını Avrupa’da uygulanan Housing First (Önce Barınma) politikalarında gördük (Fondation Abbé Pierre – Feantsa, 2018). Nihayetinde evsizlerin çoğunluğu zaten çeşitli işlerde çalışıyorlar aslında. Yakın zamanda Erkan Baş’ın sosyalist Türkiye’nin ilk gününde “herkes artık oturduğu evin sahibidir diyeceğiz[3]” cümlesi de bu yüzden çok değerliydi. Fakat takip etmiş olabileceğiniz üzere bu cümle sosyal medyada çok tartışma yarattı ve ev sahipleri kendini tehlikede hissetti.
Barınmanın, Maslow’un (1962) artık tarih öncesinde kalmış piramidinde bile temel ihtiyaçlardan biri (temel ihtiyaç retoriği başlı başına zaten oldukça sorunlu bir yaklaşım, fakat bu yazının konusu değil) olarak belirlenmesine rağmen bu kadar büyük bir soruna dönüşüp aynı zamanda bu kadar da görmezden gelinmesi, konunun her açılışında zenginler tarafından kapatılıp sosyal hakların zaten vatandaşlık hakkı olmadığı mevzusuna bağlanması sorunun çözümüne dair umutsuzluğu ister istemez arttırıyor. Barınmanın vatandaşlık hakları çerçevesinde tartışılmasının başlı başına göçmenleri dışlamaya sebep olması bir yana, sözgelimi, geçenlerde muhtemelen liberal görüşlü bir vatandaşın ulaşım da temel bir hak değildir demesi gündem olmuştu. Halbuki Raymond Plant’in (2010) çok isabetli bir şekilde belirttiği gibi özgürlükleri bir insan başka ne için ister? Tabi ki dilediğimiz gibi yaşayabilmek için, yapmak istediklerimizi yapabilmek için. Bunları garantiye alacak olanlar da barınma, ulaşım, sağlık, eğitim gibi sosyal haklardır ve mülkiyet varlığı tarafından kısıtlanmamalıdırlar.
Kaldı ki, kısıtlandıkları zaman diğer özgürlüklerimizin de kısıtlandığını görüyoruz (Plant, 2010). Mekanlar arası ulaşımım param olmadığı için engellenirse kendimi istediğim yerde ifade edebilmem de engellenmiş olacak. Kalacak bir yerim yoksa ve sokaktaysam oy kullanma hakkım bile sallantıda, çünkü Türkiye’de vatandaşlığımız adres temelli. Yoksul olduğum için ameliyat olamıyorsam ve öleceksem devletin sosyal medyaya getirdiği kısıtlamalar nereye kadar umurumda olur? Normatif anlamda sağlıklı beslenmenin bir parçası olarak düşünülen gıdalara erişimim sadece karne gününden karne gününeyse, daha iyi beslenebilmek için daha çok çalışmak zorunda kalacağım muhtemelen ve bu da beni kamusal hayatın diğer alanlarından soyutlayacak. Dolayısıyla, yaşamın sosyal biçimlerine katılamadığımda özgürlüğüm de darbe alacak.
Yazının sonuna gelmişken bir nefes alalım ve bir kez daha Fraser ile Gordon’a (1998) atıfta bulunarak bitirelim: Sivil yurttaşlık, “insanları her türlü hak talebini mülkiyet talebine dönüştürmeye teşvik etmiştir. O halde, sivil yurttaşlıktan dışlananların genellikle mülkiyet sahibi olmayanlar olması, kendi kaynaklarını mülkiyet olarak tanımlatamayanlar olması ve de bizzat kendileri mülk olanlar olması da şaşırtıcı değildir” (p. 12).
[1] https://youtu.be/ItHFe_RsTQc?t=942
[2] https://areteportal.com/barinamiyoruz/
[3] https://youtu.be/IkC3YZQlq9o?t=1179
[4] Emek ve Adalet Platformu. (2011). Türkiye’de Evsizlere Dair Rapor: Durum Tespiti, Avrupa Birliği Ülkelerinden Uygulama Örnekleri ve Taleplerimiz. İstanbul: Emek Adalet Platformu.
[5] Fondation Abbé Pierre – Feantsa. (2018). Third Overview of Housing Exclusion in Europe. Feantsa.
[6] Fraser, N., & Gordon, L. (1998). Contract versus Charity: Why Is There No Social Citizenship in the United States? In G. Shafir, The Citizenship Debates: A Reader (pp. 113-127). Minneapolis: University of Minnesota Press.
[7] Maslow, A. H. (1962). Toward a Psychology of Being. New York: Van Nostrand.
[8] Plant, R. (2010). The Neoliberal State. Oxford: Oxford University Press .