Gelecek Uzun Sürer Ama Şimdi Değilse Ne Zaman?

Listemde uzun zamandır okunmayı bekleyen bir kitap ve izlenmeyi bekleyen bir film vardı. İkisi de aynı başlığa sahip: Gelecek Uzun Sürer. Althusser’in karısını boğarak öldürmesi üzerinden kendisiyle yüzleşmesini, kendi mahkemesini kurmasını anlattığı kitap yıllardır benimle oradan oraya geliyor, ancak kitabı bir turlu okuyamıyorum. Ayni şekilde Özcan Alper’in Kürt sorunu üzerinde toplumsal hafızamızın inşası adına belge görevi gören bu filmini izlemeye de bir türlü hazır hissedememiştim kendimi. Min Dît filminden sonra ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sunun acılarına bakmakta çok zorlanır olmuştum. Yine de Özcan Alper’in sorduğu soruyu kendime sordum: Demokrasiyi yeniden ama bu sefer doğru düzgün inşa edebilme şansını elimizde tuttuğumuz bir döneme giriyoruz. Simdi değilse ne zaman olacaktı bu yüzleşme ve “hafızalaştırma” projesi? Bir proje diyorum çünkü Gelecek Uzun Sürer filmi içinde bulundurduğu birçok kaynakla resmi ideolojinin kurmaya çalıştığı söylemi adeta deşifre ediyor. Bunu nasıl mı yapıyor? Gel birlikte yakından inceleyelim sevgili okuyucu.

Gelecek Uzun Sürer filmi ciddi tartışmalara yol açmış. Yönetmenin ilk filmi olan Sonbahar gibi toplumun bütün kesimleri tarafından kabul görmüş bir film değil. Özcan Alper de bunu normal karşılıyor. Kendisini sol dünya görüşü içinde tanımlayan insanların bile mesele “anadili” ya da daha geniş anlamıyla “Kürt sorunu” olduğunda, burada “etnik milliyetçilik var” gibi söylemlere sığınarak nasıl uzak durduğunun altını çiziyor ve ekliyor: “Kaçımız gittik Diyarbakır’a, Hakkâri’ye ya da Van’a? Haliyle mesafeli oluyoruz diyor yönetmen. Bu mesafeli olma halimizi de filmin ana karakteri Sumru üzerinden simgeleştiriyor. Sumru ağıtlar üzerine bir tez çalışması için Diyarbakır’a doğru bir yolculuğa çıkıyor. Tez çalışması yolculuğun bir sebebiyken, diğer önemli neden de kendisini üç sene önce bırakıp giden Hakkârili sevgilisi Harun’a dair bir iz bulma umudu belki de. Ancak bu yolculuk ona umduğundan çok daha fazla hikâye ve ağıt sunuyor. Özcan Alper bizi de doksanlı yılların en yakıcı olaylarının yaşandığı hikâyelere tanıklığa çağırıyor Sumru aracılığıyla. Boşaltılan Kürt köylerine, aslında faili belli olan -JITEM- faili meçhul cinayetlere, gözaltında kaybolmalara ve yerinden yurdundan edilmişliğe odaklanıyor temelde film. Bunun içinse Anadolu’da hep çok önemli bir kent olan Diyarbakır’ı merkezine alıyor. Yani toplumsal hafızayı mekân üzerinden kurmayı deniyor çünkü mekânsız bir hatırlama genellikle mümkün olmuyor. Bana kalırsa, Türkler için Diyarbakır, Kürtler için Amed ve Ermeniler içinse Digranagerd olarak adlandıran bu kent bunun için en uygun şehirlerden biri. Bununla birlikte, çok güçlü bir hatırlama pratiği olan “ses” olgusunu kentsel hafızayla birleştiriyor yönetmen. Bu bilinçli tercihin nedeni de toplumsal hafızaya ve sözlü kültüre dair bir şey yapmak istediğimizde yolumuzun ister istemez sese/ağıda/müziğe çıkıyor olması. Film esas gücünü de bundan alıyor diyebiliriz. Artvinli olan Sumru annesiyle telefonda Hemşince konuşuyor, proje sırasında Kürtçe ağıtlar kaydediyor ve Ermenice bir yakarışa denk geliyor. Hepsi aynı günde aynı mekânda oluyor: Diyarbakır’da… Özcan Alper bize ses aracılığıyla unuttuğumuz ya da hiç içselleştiremediğimiz bir gerçeği; bu toprakların etnik ve kültürel çeşitliliğini hatırlatıyor.  Ancak film aracılığıyla sadece bu güzelliğe vurgu yapmıyor, bu farklılıkların bu topraklardan nasıl kazınmaya çalışıldığının da yakıcı bir tablosunu sunuyor. Mesela kamerayı,  senelerce süren adı konmamış savaşın ağır tahribatına uğramış Surp Giragos Ermeni kilisesinin virane haline çevirerek yapıyor bunu. Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar yaklaşık yüz elli bin Ermeni’nin evi olan Diyarbakır’da, bir başına kalmış kilisenin bekçisi Antranik Amca’nın yalnızlığına yakından bakarak yapıyor. Ama asıl odağına Kürtlerin doksanlı yıllar boyunca yaşadığı, açıklanması zor, akıl almaz işkenceleri, faili meçhulleri ve yerinden yurdundan edilmeyi alıyor. Bu tabloyu sunarken oldukça kısıtlı kaynaklardan faydalanıyor. Bu kaynaklardan belki de en önemlisi Hafıza Merkezi’nde bulunan arşiv görüntüleri. 3-4 bin mezra ve köyün boşaltıldığı, yıkıldığı/yakıldığı bu döneme dair az da olsa kaynak orada gizliydi ve filmle birlikte o görüntülere de hep birlikte erişebilmiş olduk. Film boyunca Mezopotamya Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma Dayanışma ve Kültür Derneği’nden insanlarla yapılan röportajların arşiv görüntüleriyle desteklenmesi filmin kurgusunu güçlendiriyor. Ancak bana kalırsa filmin hiçbir şey yapmadan çok şey anlatan öyle bir imgesi var ki bütün bu acımasızlığın ve adaletsizliğin en vurucu imgesi olarak kendiliğinden değerlendirilebilir. Yakınlarını kaybedenler boydan boya duvarı kaplayan bir fotoğrafın önünde anlatıyorlar hikâyelerini. Hikâyelerin özneleri ise o duvarda küçücük fotoğrafları olan kayıplar… Koca bir duvar, devlet eliyle kaybedilmiş/katledilmiş insanların fotoğraflarıyla dolu. Röportajlar sırasında, bu acının neresinden tutacağız der gibi bakıyor Sumru bazen kameraya. Kendimi görüyorum o çaresizlikte. Bu çaresizlik filmde kendini bir şiir dizesiyle ifade ediyor. İtalyan şair Cesare Pavese yıllar önce sormuş:

“Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız:

‘Peki, ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?’”

Yalnızca ölüleri de değil sevgili okuyucu, bu adı konmamış savaştan geriye kalan ağır yüklerle yaşamak zorunda kalan insanları nasıl anlayacağız? Kendi dışkısını yemek (konuyla ilgili habere buradan ulaşabilirsiniz) gibi insanlığın ve hukukun hiçbir alanına sığmayan bu akıl almaz işkence yöntemlerinin insanlarda yarattığı tahribatı nasıl iyileştireceğiz?

Bu film üzerine yazmayı tam da yukarıda sorulan soruların ortak yanıtına referans olması umuduyla yazdım: Yüzleşme. Ülkenin yüz yıllık cumhuriyet ve demokrasi algısı ve pratikleriyle yüzleşmemiz gerektiği ön kabulü, anahtar nokta sanırım. Bir idari pratiğe dönüşmüş olan sürekli yerinden yurdundan etme, asimilasyon ve hafızasızlaştırma hareketinin varlığını kabul etmeli, demokrasiye ve cumhuriyete dar gelen bu “tekçi” anlayıştan ivedilikle kurtulmayı başarmalıyız. Önümüzdeki ay gerçekleşecek olan secim, hükûmetin gönderilmesinden çok daha büyük bir anlam taşıyor böyle bakınca.

Farkındayım sevgili okuyucu, yine radikal olandan söz ediyorum. Ancak asıl güzel günlerin de hakikate cesaretle bakabildiğimizde geleceğini düşünüyorum. Bu adi konmamış savaş, bizden çok şey alıp götürüyor. Sadece 2015 yılından bugüne kadar toplamda altmış beş bin altmış bir (6561) insan çatışmalar ve terör saldırıları sonucunda yaşamını kaybetti. (Bütün detaylara buradan ulaşabilirsiniz) Telef olmuş hayvanları, yerle bir edilmiş ve “kimliksizleştirme” politikasıyla yeniden inşa edilmiş kentleri, sayısız toplumsal travmayı ve birbirimize empatiyle yaklaşmanın çok uzağına savruluşumuzu da düşününce bu savaşın bize getirdiği acılardan ve yüklerden ivedilikle kurtulma zorunluluğu ortaya çıkıyor. Evet, sevgili okuyucu, bütün bunlar için bu günlerde umut bizimle. Peki ya mücadele? Ben de sevgili Özcan Alper gibi aynı soruyu soruyorum: Şimdi değilse ne zaman?


Fener, H. S. (2018). Ozcan Alper Sinemasi ve Toplumsal Hafiza. International Journal of Social Science, 489-500.

Köstepen, E., & Göl, B. (2011). Özcan Alper ile söyleşi: Şimdi Değilse Ne Zaman? Retrieved from Altyazi Dergi: https://altyazi.net/soylesiler/ozcan-alper-ile-soylesi-simdi-degilse-ne-zaman/

Önen, Y. (2014). ”Kürt Sorunu”nda Son 25 Yıl. Retrieved from Bianet : https://bianet.org/bianet/siyaset/160718-kurt-sorunu-nda-son-25-yil

Uçarlar, N. (2021). Türkiye’de Barışçıl Bir Hakikat Arayışı ve Irkçılıkla Yüzleşme.

Gamze Büyüktelli

Gamze Büyüktelli

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.