“Bu yıl geçen yıldan zor olacak,” demiş Enver Hoxha bir yılbaşı tebrik konuşmasında, “ama gelecek yıldan kolay olacak.” Muhtemelen Doğu Avrupa’nın “demir perde” gerisindeki liderlerini karikatürleştirme furyası sırasında üretilmiş bir fıkradır bu fakat amacına uygun biçimde gülümsetir. Öte yandan, insanın yüreğine su serpen bir tarafı vardır. İyi niyetlerle üfleyip söndürdüğün takdirde dileklerinin gerçekleşeceğini vadeden doğum günü pastası mumlarının ya da evrene bir bumerang gibi fırlatırsan hayatının bir yerinde iyi sonuçlarının belireceğini iddia eden o pozitif enerjilerin yandan sırıtmalı, çocuk diliyle “kandırıkçı” yönünü paylaşmaz. Yeni yılın eskisinin son gecesinin bağrını delerek ufkumuza doğacak turuncu gününden itibaren hayatımızın bir parça zorlaşacağını mertçe itiraf eder. Fakat bizi yılgınlığın koynuna da terk etmez. Gelecek yıl daha kolay olacak, motorlar maviliklere sürülmese bile Zülfü Livaneli üstsüz fotoğraf paylaşmayacaktır.
Gelmesini beklediğimiz, hoş, beklemesek de gelmesine mâni olamayacağımız yeni yıl, Türkiye için de şu an içinde bulunduğumuz yıldan zor fakat bir sonraki yıldan da kolay olacağa benziyor. Şanslıyız ki birinin bu acı-tatlı gerçeği bize bir radyo konuşması aracılığıyla bildirmesine ihtiyacımız yok. Olsaydı da radyoyu (zamanında alınan) arabalarımız dışında dinleme alışkanlığımızı hemen tümüyle terk ettiğimiz için bu ihtiyacı gidermek adına birilerinin teşebbüse geçtiğinden haberdar olamayacaktık. Bunu kendi kendimize, salt Türkiye’de yaşayarak, memleketin “ırmağının akışı”nı, “heybelerin nakışı”nı falan seyrederken kolaylıkla fark ediyoruz.
Bizim memleket tarihin uzak devirlerinden birinde, “kadîm oldur ki evvelin kimesne bilmeye” tanımına uygun düşen bir aralıkta “her mümkünün kıyısı”na tündüğü ve bir daha “gökten Cebrail inse” onu oradan kaldırmaya gücü yetmediği için yeni yıllarla aramızdaki ilişkinin bu türlü cereyan edişi türedi bir fenomen sayılmaz. Türkiye’de hep bir rüzgâr esmiştir – kâh ite kaka sürüklenen “değişim rüzgârları”, kâh ümitlendiğimiz şeylerin “oldu” ile “olacak” arasındaki basınç farkından oluşan rüzgârlar, özellikle 80’li yıllar boyunca mebzul miktarda “hasret rüzgârları” ve eser miktarda da temiz hava içeren, Avrupa’dan getirtip ücreti mukabilinde yaktığımız çöplerin kiri pası yapışmamış memleket rüzgârı. Bu yıl sonu öyle görünüyor ki değişim rüzgârlarının sıcak şöhreti yeniden yakaladığı bir dönemeçteyiz. Arayan onu arıyor, soran onu soruyor. Rasyonalite batıl inançlara gelip geldiğinden mi yoksa sermaye çiftçileri şehirlere sürdüğünden mi bilinmez, yağmur duası “gezsen Anadolu’yu” rastlayamayacağın bir nadirlikte. Fakat siyasetin çorak arazisine bakanlar onun yerine daimî biçimde bir (değişim) rüzgâr(ı) duası mırıldanıyorlar. Son günlerde toplumca almaya cesaret gösterebildiğimiz en büyük inisiyatif de bu.
Yeni yıldan beklediğimiz bu değişim rüzgârından umduğumuz şey birilerinin sırtından beri esip onları ileri-ileri-arş-ileri götürmesi değil fakat birilerinin yüzüne doğru esip onları kuytu köşeye savurması. İstediğimiz yok ki getirsin, yetişir ki istemediğimizi götürsün. Şüphe yok, çaresizlikten bu. Müşkülpesentliğimizden, adam beğenmemekten ya da hayata karşı tüm ilgisini kaybeden birinin adam sendeci burun kıvırmasından değil. İstemeyene değil, kendisini istetmeyi beceremeyene bakmalı. Ölü balık gözlerimizi parıldatacak bir laf işittiğimiz yok. Zaten muhalefet de bizi Fuzuli’nin “Ne verseler ana şâkir” mısrası içinde bir yere konuşlandırmış durumda.
Öte yandan her şey alaycılıktan başka hiçbir şeyin konusu olamayacak ölçüde karanlık değil. Yeni yıl beklentilerimizin gece yarısı dansözü, kaç para ödendiği birkaç hafta tartışılacak Tarkan konseri ya da Taksim’deki yılbaşı izdihamından naklen yayın gibi üç-beş kalemlik bir listeyi nihayet aşması pek fena sayılmaz. Tabii tavrımızın bir posta vapuruna atlayıp istibdadı devirmek üzere Avrupalara giden ve nihayetinde “Ah melekülmevt padişahımızı bir ziyaret etse de…” muhallebi yayılışında karar kılan Jön Türk cetlerimiz ile “Ah şu Mayıs ’52 seçimleri bir gelse…” hülyaları kurarken Louis Bonaparte’ın necabetlû III. Napoléon olarak imparatorluk tahtına cülûsunu seyretme bedbahtlığına duçar olan Kanunî devri müttefikimiz Françelû ile bir hayli benzeşir hâle gelmesinin insanın ağzında kekremsi tat bırakan bir tarafı var. Fakat dünya çapında milletin ağzının suyunu akıtan da siyahın ya da beyazın değil grinin elli tonuydu.
Her halükârda, teşrifine muntazır olduğumuz 2023’ün ideal şartlar altında 2022’den daha zor fakat 2024’ten daha kolay geçeceği “su götürmez” gerçeklerden olma özelliğinden pek taviz vermiyor. Endişe, “değişim rüzgârının” esmeyip bizi “oldu-olacak rüzgârı”nı birkaç sene daha beklemeye itmesidir. O takdirde 2023, 2022’den yaklaşık 2024 kere daha zor geçecek. Fakat başta söylenip sükût edilmesi gerekeni sonda bir hüküm olarak bildirmeli: Halkın yazgısı rüzgâr bekçiliğine dikilmek, benim yazgım da bunu belirtmek değildi. Halkın da benim de yazgımızın karartıldığını anladığım gün ikimiz için de bir kurtuluş fırsatı doğacak.