Mizah, temel hedefi gülmek olan bir sanat biçimi; ofansif mizah ise onun uzlaşılmış sosyal kabullerin sınırlarını aşarak toplumsal eşitsizlikleri yeniden üreten ya da yıkmayı hedefleyen bir alt türüdür1. Bu kapsamda aslında ofansif mizah toplumun sosyokültürel, etnik, dini kabullenişlerini ve geçmişini eleştirel bir nüktedanlıkla tartışmaya açar. Mizahın aslında her halükarda belirli bir hedefi nüktedan bir alayla merkeze alması sebebiyle daima bir dereceye kadar “ofansif” olduğu düşünülebilir. Nitekim mizah daima sosyal ve ahlâki sınırlarla temas halindedir. Ancak “ofansif mizah” ayrımı mizahın bu sınırları aşarak tabulara temas ettiği noktadan çizilmektedir.
Ofansif mizahın sınırlarının ve “Her şeyin mizahı olmaz!” söyleminin sıklıkla gündeme gelmesinin sebebi tam da bu. Zira ofansif mizaha karşı kullanılan en güçlü argüman; inanç, etnisite, cinsiyet yahut cinsellik gibi konulardaki tabular üzerine mizah amaçlı kullanılan söylemin eşitsiz güç ilişkilerini pekiştirebileceğine dair. Söylem analizi perspektifiyle bakıldığında kendi ayakları üzerinde duran bu savın es geçtiği nokta ise mizahın, yazımın ilk cümlemde de öne çıkarmaya çalıştığım üzere, bir güldürü aracının ötesinde bir sanat biçimi olması.
Bu bakış açısının yahut bu gerçekliğin neyi değiştireceğini anlamak için birkaç örnek üzerinden gitmek daha faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Ofansif mizah tartışmalarımıza dair yakın dönemden en belirgin hatırladığım iki örnek Pınar Fidan ve Emre Gülsal davaları. Bu davalardan ilkinde Pınar Fidan “Alevileri bir otele kapatıp yakabilirsin.” sözleri sebebiyle gündeme gelmiş, tepkiler sonucunda (bkz. Eren Erdem’in hedef göstermesi) hakkında soruşturma açılmış ve hapis isteminde bulunulmuştu. Emre Gülsal ise gösterisinde Atatürk’e “alkolik” demesinin ardından topa tutulmuştu. Bu iki örnekte de ofansif mizahın halk nezdinde yargılanmasında tabuların rolünü görmek mümkün. Üstelik daha da ötesinde, bu tabuların nasıl mizahın üretildiği kültürün içeriğine göre değişkenlik gösterebileceğini de bu iki örnek oldukça net bir biçimde sergiliyor. Bu da en yalın haliyle demek oluyor ki aynı ofansif mizah içeriği, örneğin, ABD’de başınıza bir iş açmazken Türkiye’de ömür boyu yakanıza yapışabilir. Sanatın evrenselliğini düşündüğünüzde küçümsenmeyecek bir çelişki bana kalırsa.
Asıl konumuz olmayan evrenselliği bir kenara bırakırsak, bu iki vakanın bir diğer ortak noktası ise iki davada da davalı tarafın “sanat özgürlüğü” savunmasında bulunması. “Sanat özgürlüğü” de sınırları tam olarak çizilmemiş bir husus olsa da ülkemizde mahkemeler, toplumla ilgili bir zarar tehlikesi yaratmadığı sürece, bu söylemleri ifade özgürlüğü kapsamında değerlendiriyor. Kanımca hukuki zeminde değerlendirme ölçütü olan bu husus, meselenin çözüm noktasını oluşturuyor: Mizah, hedef alınan gruba yönelik yıkıcı bir saldırı biçimi olarak mı yoksa hassas konulara dikkat çeken bir iletişim olanağı olarak kullanılmış?
İşte ofansif mizahın eşitsiz güç ilişkilerini daha da belirgin bir eşitsizliğe sürüklediği eleştirisinin ayyuka çıktığı nokta tam da burası. Zira ofansif mizahın saldırı amacı taşımadığında yaptığı, aslında bu tezin tam karşıtı. Örnek vermek gerekirse Pınar Fidan’ın Alevi şakası aslında Alevileri aşağılamayı değil, Madımak katliamını gündeme getirmeyi hedefliyor ve bu olayın trajedisini yeniden yorumluyordu. Herhangi bir başka sanat dalının üstlenebileceği bir rol yani. Hal böyleyken Pınar Fidan’ın kendisini yöneltilen suçlamalara karşın “Ben de Alevi’yim.” savunmasını yapmak durumunda kalması dahi durumun vehametini fazlasıyla gösteriyor.
Peki yapılmak istenen ile anlaşılanın birbirine taban tabana zıt olmasının temelinde ne yatıyor? Ofansif mizahı ofansif kılan temel unsur, yukarıda da belirttiğim gibi, tabulara yalnızca “değinmesi” değil onları aşması, bir başka deyişle ofansif mizah yüklü esprilerin toplumun belirli hassasiyetlere ya da utanç eşiklerine, Madımak örneğinde olduğu gibi, doğrudan temas etmesi. Haliyle yüzleşilememiş ve sorumluluğu üstlenilememiş bir katliamdan söz edildiğinde, bariz mağdurları hariç, pek çok hassasiyet tetikleniyor.
Yüzleşememişlik buradaki tek sorun değil elbette. Ofansif mizah yoluyla gündeme getirilen konuları tartışmak ve objektif değerlendirmelerde bulunmak yerine bunların gündeme getirilmesine karşı çıkmamızın temelinde tartışma kültürünün eksikliği yatıyor. Bu eksikliği de yukarıda verdiğim ikinci örnekten okumak mümkün. Nitekim ülkenin kurucusunun her akşam kurduğu büyük rakı sofraları sağır sultan tarafından bile bilinirken, kendisine yönelik üstelik kötü niyetli de olmayan bir noktadan “alkolik” kelimesi hakaretamiz algılanıyor. Oysaki burada sorgulanması gereken husus, ülkenin kurucusunun neden toplumun genelgeçer kabulleri nezdinde dört dörtlük bir insan olarak kabullenilmesi gerektiği.
Lafı daha fazla uzatmadan sorumun cevabına döneceğim, ama bu cevabı doğrudan kendim vermeden. Bana kalırsa “Her şeyin mizahı olur mu?” sorusu “Her şeyin sanatı olur mu?” sorusuyla aynı kefede değerlendirilmeli. İkincisine cevap vermek nispeten daha kolayken ilki ne yazık ki çoğu zaman tabularımıza takılıyor. Ancak doğru değerlendirme ölçütü mizahın dile getirdiği tabularımız değil, dile getirmekteki amacı olmalı.
Görsel: https://susma24.com/komedyenler-pinar-fidan-ve-ozgur-tosun-icin-hapis-talebi/
1 Gürler, G. (2020). Ofansif Mizah, Toplumsal Eşitsizlikler ve Politik Doğruculuk: Stand-up Komedileri üzerine Eleştirel Bir Analiz. İlef Dergisi. https://doi.org/10.24955/ilef.736032