Son yıllarda siyaset bilimi literatüründe sağ popülizm çalışmalarının hayli revaçta olduğunu biliyoruz. Öyle ki, içinden geçtiğimiz dönem sık sık “sağ popülizmler çağı” olarak adlandırılıyor. Türkiye’deki araştırmaların hem kurumsal muhalefetle ilişkiye sahip olanları olsun hem de nispeten daha ‘nötr’ olanları olsun Erdoğan’ın analizlerini genellikle söz konusu “popülizmler çağı” setiyle birlikte işlediklerine rastlıyoruz. Söz gelimi; Macaristan’da Viktor Orban, Polonya’da Andrzej Duda, Brezilya’da Jair Bolsonaro, Türkiye’de Tayyip Erdoğan… Bu liderlere ve yarattıkları siyasal ortamlara dair sorularımızın cevaplarını hep bu örneklerin ortak özelliklerinde arıyoruz.
Bu çalışmalar akademik ve entelektüel içerikleriyle elbette ki değerlilerdir, benim bu yazıdaki niyetim kesinlikle onların akademik niteliklerini tartışmak değil. Lakin faydaları açısından ele aldığımızda bu çalışmaların ne yazık ki muhalefeti açıklamacı boyutu aşamayan bir kısırlığa ittiğini düşünüyorum. Erdoğan’ın siyaset yapma tarzının bir “sağ popülizm” olduğu aşikâr. Ancak biz onu tartışırken her seferinde sağ popülizmin Erdoğan’ını tartıştık. Ben ise bu yazıda bunu baş aşağı çeviriyor ve onun kitlesiyle kurduğu ilişkiden yola çıkarak “Erdoğan’ın sağ popülizmini” tartışıyorum. Bu yazının amacı Erdoğan sağ popülizminin özgün ve ayrık bir örnek olduğu fikrini sunmayı; onun anlaşılabilmesi ve bertaraf edilebilmesi için Erdoğan’ı/Erdoğancılığı diğer örneklerle aynı sepete koyarak çözümlemeye çalışan metodolojik eğilimden ayırmayı, bunun yerine onun kitlesiyle kurduğu benzersiz ilişkiye konsantre olmayı önermektir. Bu nedenle adına “Erdoğancılık” diyeceğimiz müstakil kavramsallaştırma gündemimize geliyor.
Biliyoruz ki milenyumun başında AKP; bir grup liberal, Batıcı ve “milli görüş gömleğini çıkarmış” siyasetçiden müteşekkil bir kadro hareketi idi. Ancak uzun yıllar içerisinde Erdoğan partisinin başlangıcındaki siyaseti de siyasetçileri de birer birer eledi. Tarihi hülyası olan “cumhurbaşkanını halka seçtirme”yi başardı, bu şekilde kendisini cumhurbaşkanı seçtirdi, en sonunda da bu mevkiyi yetki sınırlarını kendi belirlediği, düşünüsünü kendi yarattığı bir otokrasi dümenine dönüştürdü. Partiler üstü ve siyasetler üstü -babacı (paternal)- bir figüre dönüştüğü sanrısıyla bütün hukuki-idari gücü tek başına üstlendi. Erdoğan bu süreçlerde eski dostlarının ona yüklenişlerini her defasında püskürtebildi, fazlasıyla zıtlaştıklarını ise muhalefetin ufak aparatları olmaktan öteye geçirtmedi. En önemlisi ise söylemlerinde çok defa 180 derece dönüşler yapsa da tüm yeniden konumlanmalarında tabanına kendisini seçtirtmeye devam ettirebildi. İşte bu olanlar da onu ayrı bir “şey” olarak tartışmaya layık kılmakta.
Bir diğer nitelik de onun belirli bir entelektüel-ideolojik hattan ayrı tamamen öznel pragmatik-oportünist anlayışına göre davrandığı ve son kararlarında sezgisel manevralarını karar alıcı kıldığı alışkanlığıdır. Bunları yaparken kitlesini beraberinde mobilize edebilmesi onu bir siyasal-sosyal “hareket”in liderine dönüştürüyor. Erdoğan’ın hem geçmişi hem de kimi güncel politik eğilimleri onu bir İslamcı olarak adlandırmaya yetecek özellikte belki. Ancak Erdoğan bu İslamcı anlayışı da aşan, onu ustalıkla değiştirip yozlaştırabilen bir şef olarak davranabiliyor. Başka ideolojik akımları ve ittifakları her seferinde esneklikle üstleniyor, fakat bunu yaparken aynı kitleyle hiç kopmayan istikrarlı ilişkisini de sürdürebiliyor. Örneğin, “her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık” diyerek Kürt siyasetiyle ülke tarihinde yaşanmamış bir diyalojik demokrasi biçimini örebiliyor, ancak daha sonra bunu hayal ettiği Şerif Mardinci merkez-çevre tezine demirlenmiş zımni ittifaka dönüştüremediğini anladığı anda MHP ile aşrıcı ve milliyetçi bir ittifaka yelken açabiliyor. Bu da Erdoğan’ın esasında manevralara dayanan ideolojisizlik görüntüsünün bizatihi özgün ve yönsemeci bir idealar bileşimi olduğunu ortaya koyuyor.
Doğaldır ki siyasi partiler, siyasetçiler söylemleriyle ve vaatleriyle iktidar olurlar. Erdoğan’ın da böyle iktidar olduğunu düşünürsek 2002’de Erdoğan’ı iktidar yapan kitlenin aynısının onun yirmi yılı geçkin iktidar süresindeki küçük büyük değişimlerinin tümünü bir biçimde takip etmesi, kısa periyotlar içerisinde tam terse döndürdüğü politikalarını yekten onaylaması, onaylamakla da kalmayıp ateşlice savunabilir hale gelmesi bu doğallığı sorgulatan bir husus olarak karşımıza çıkıyor. Bir siyasi kitle yirmi yıl önce “Batıcı”, liberal demokrasi değerlerini öne çıkaran, AB tam üyeliğine amade ve laikliğe tüm yaşam biçimlerinin güvencesi tanımıyla sıkı sıkıya sarıldığını iddia eden bir siyasetçiyi bu söylemlerinden ötürü desteklediyse aynı kitle nasıl oluyor da şu an tam tersi söylemlere haiz siyasetçiye aynı ölçekte sahip çıkıyor? Örneğin, bir kitle sadece birkaç yıl içerisinde hem Kürt siyasi hareketiyle çözüm sürecinin gerçekleştirilmesini hem de aynı hareketin şiddetle bastırılmasına nasıl destek çıkabiliyor? Veya bir başka örnek: Bir kitle, Gülen cemaatinin devletin kademelerine AKP’li siyasetçilerin oluruyla yerleştirilmesini yıllar boyu gururla onaylarken birkaç yıl sonra aynı Gülen cemaati başkent Ankara’yı savaş uçaklarıyla bombaladığında Erdoğan’a nasıl hiçbir suç yüklemiyor? Sözün kısası “en acayip şey” bile olsa Erdoğan milyonlarca insanı kapsayan bir kitleden nasıl durmaksızın destek alabiliyor? Saydığımız sağ popülistlerden Viktor Orban, Duda ya da Bolsonaro bu derece radikal dönüşümler yaşasaydılar kitleleriyle ilişkileri Erdoğan’ınki gibi kopmadan devam edebilir miydi?
Kitlelerin kamusal alana yayılabilmek ve günlük hayata dair beklentilerine ulaşabilmek adına siyasetçilere sığınmaları olağan bir şeydir. Bu temenniler bulutuna ideoloji dediğimizde Erdoğancıların “Reis” Erdoğan ile “ideolojilerine” ulaşmayı değil, bir ideoloji olarak Erdoğan’a ulaşmayı benimsediklerini görüyoruz. Bu da bize “Erdoğan kimdir” sorusundan önce başka bir soruyu, “Erdoğan nedir”i sorduruyor: Erdoğan kendi kitlesi için bir “siyasetçi” olarak değil siyasetin bizatihi kendisi olarak bulunuyor. Bunun sonucunda da iki şey gerçekleşiyor: İlki, Türkiye’nin bir kesiminin seçimlere öznel taleplerle katılırken diğer bir kesiminin -yani Erdoğancılar- sırf Erdoğan’ı iktidarda görmek için siyasete katılıyor olmaları; ilkine bağlı olan ikincisi de: Türkiye’de siyasetin tam ortadan Erdoğancılar ve Erdoğan karşıtları olarak ikiye yarılıyor olması. İşte tüm bu maceranın ardında bir ur gibi barınan hâl, Erdoğan’ın kitlesinin onunla bir “siyasetçi” olarak ilişkilenmemesi, bunun yerine Erdoğan’ın bu kitle için ideolojinin bizzat kendisi olmasıdır.
Bu sebeple tüm bu olan biten bizi, Erdoğan’ın kitlesiyle kurduğu mütekabil ilişkinin derinlerine bakmaya ve onu öncelikle bir “siyasal hareket lideri” olarak incelemeye yöneltiyor. Ve muhalefeti bu hareketi alt etmenin yolunu da onun ahlaki kategorisinin analiz edilmesine ve karşısına onu yenebilecek bir başka ahlaki konsolidasyonun konumlandırılması eforuna mecbur bırakıyor. Dolayısıyla siyasetin Erdoğancılık ve Erdoğan karşıtlığı ikilemine sıkışması sanıldığı gibi kötü bir şey değil, bilakis kurumsal muhalefeti tek bir müşterekte uzlaştırmaya yöneltebileceğinden oldukça iyi bir şey olarak da tartışmamız gerekiyor. Nitekim, Erdoğancılığı halledemeden Erdoğan’ı siyasetin dışına itmek mümkün görünmüyor. Bu noktada bize, topluma, düşen de “kutuplaştırma”nın bir siyasi tuzak değil, siyasetin doğal işi olduğunu hatırlamak; böylelikle “iyilerin kalabalığı”nın kötülerin örgütlülüğünden daha çok arzulanan bir şeye dönüştürülmesine elimizle, dilimizle katkı sunmaktır.