Endişeli Post-Sansür Dönemi

Ne zaman sanat eserinde sansür konusu üzerine konuşmak istesem aklıma kendi hayatımdan çok belirgin bir örnek gelir. Lisedeki resim öğretmenim, bir tablodaki çıplaklığa “ayıp” gözüyle bakmayı pedofiliye eşdeğer bir sapkınlık olarak gördüğünü söylemişti. Ersin Karabulut’un Müze Gazhane duvarlarına bir festival kapsamında yaptığı çizimin uğradığı sansürü duyduğumda (habere buradan ulaşabilirsiniz) da aklımda ilk canlanan bu söz oldu. Hak verdiğim bu yaklaşımın gerekçelerini sıralamak da mümkün elbette burada. Ancak estetiğin güzele ulaşma heyecanına ve sanatın bunun bir aracı ve aracısı olduğuna dair sayısız metin kaleme alınmış zaten. Dolayısıyla bu yazımda niyetim teorik bir “sanatta sansürün yeri” tartışması sürdürmek değil. Ancak benzer şekilde, bu gerekçelerden bahsetmeyecek olmamın tek sebebi geçmişte kaleme alınmış sayısız metin de değil.

Temel kaygım şu: Konuya buradan yaklaşmanın, Müze Gazhane özelinde değilse de sansür fikrini meşrulaştıracağını düşünüyorum. Nitekim sansürün bu eser özelinde değil, sanat eserlerinin herhangi birinde uygulanamaz olduğu kanısındayım. Üstelik bu kanıda ısrarcıyım. Nitekim sanat, yaratanıyla kim olduğunu bilmediği alıcısı arasında bir iletişim biçimidir. Bu iletişime dahil olmak ya da olmamak kişinin tercihi olup, bir başkasının iletişimine burnunu sokmak kimsenin haddine değildir. 

İfadelerimin bu mefhumu, belki de olabileceğinden de fazla, bireysel bir tutum olarak gördüğümü düşündürmesini istemediğim için hemen söylemekte fayda var: Sansür bireysel bir tutum değil, bir güç dengesidir. Farklı yaşam biçimleri arasında gerçekleşen bir soğuk savaş yöntemi olarak da görebiliriz bunu. Ne yazık ki diğer bütün yöntemlerde olduğu gibi sansür özelinde de iktidar olan yaşam biçiminin oldukça büyük bir avantajı söz konusudur.

Bu avantajın çıkmak istediğiniz her kapıyı kapatabilecek bir çabaya dönüşecek kadar enerjisi de vardır üstelik. Çünkü mutlak otorite olmaya niyetlenen bir iktidar, ancak bu yolla kendi yaşam felsefesini kabul ettirebilir. Dolayısıyla elinde bulundurduğu gücün yegane meşruiyeti bu yönteme dayanmaktadır. Bu çaba günü geldiğinde Müze Gazhane duvarındaki bir çizimi hedef aldığı gibi günü geldiğinde kişinin ensesinde bir nefes gibi hissettiği o “mutlak gücün” korkusuyla kurmaya çekindiği cümlelerinde otosansür olarak da kendini gösterebilir. Müze Gazhane sansürünün üzerinden geçen çok kısa süre içerisinde arka arkaya haber aldığımız konser iptalleri, yasaklanan festivaller tam da bunun kanıtıdır. Sansür, iktidardır.

Pek çoğumuzun bildiği, Otisabi karakterini tanıdığı Yılmaz Aslantürk de bu sebeple Müze Gazhane sansürüne karşı isyanvari bir sitemde bulundu Twitter hesabından. Yılmaz Aslantürk’ün bu ifadesinde vurgulamayı seçtiği “bitmek bilmeyen” ifadesinin gerçekten de altının çizilmesi gerekiyor. Zira bu sıradan gözüken ifadeyi şöyle okumak gerekiyor kanımca: Taviz verirseniz, bir adım daha ileri gidecekler. Bir adım daha ileri gittiklerinde bir kez daha taviz verirseniz, tekrar bir adım daha ileri gidecekler. Bir nevi post-sansür süreci yani. Tabii bu süreçler tıkır tıkır işlerken suçlanacak tek merci iktidar değil, pasifize olmuş muhalefet de olacak.

Konuya olduğundan fazla kötümser yaklaştığımı, bu kadar da vahim bir mesele olmadığını düşünebileceklere karşı tekrar ısrarcı olacağım. Sansür gerçekten bu kadar ciddi bir mesele. Bu yaklaşımımı tekrar vurgulamak için Nazileri örnek olarak göstermek mümkün. Hitler öncülüğündeki Nazi iktidarı, felsefesini hayata geçirmek için ilk olarak karşıt sesleri kesme yolunu seçti ve “Alman olmayan” kategorisinde kabul ettiği kitapları yakacak kadar ileri gitti. Radyoları, gazeteleri kapatan, kapatmadıklarının ürettiği içerikleri de sıkı bir denetimden geçiren Nazi iktidarının elinde bu süreci tamamladıktan sonra kusursuz bir propaganda aracı vardı. Bu aracı da Naziler Yahudilere dair kötü imaj oluşturacak filmler hatta çizgi filmler, dergiler ve buna ek olarak Hitler’i yücelten kartpostallar ve posterlerle değerlendirdi.

Bir bütün olarak bakınca hiçbir adım bir önceki adımdan bağımsız görünmüyor, değil mi? Burada hemfikirsek Yılmaz Aslantürk’ün yukarıda paylaştığım siteminin devamındaki ifadelerine de değinmekte fayda var. Siteminin devamında Yılmaz Aslantürk “bir kalenin daha fethedildiğini” söylüyor ve benim de bahsettiğim “sonu olmama” vurgusunu bir fetih benzetmesiyle öne çıkarıyor. Bu modern dünya cihadının önüne geçmenin tek yolu ise meşrulaştırmamak ve sansürü topyekûn reddetmek. Ne Ersin Karabulut’un çizimi, ne de bir başkası. Çizgimizi eserden yola çıkarak değil, sansürün bizzat kendisinden çizmeliyiz. Bu sapkınlığı önlemenin tek yolu doğru karşılığı vermek.

Tayfun Tatar

Tayfun Tatar

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.