Düşündükçe İçim Sızlar

arete’ye yazılarıyla emek veren birçok insan gibi ben de yirmili yaşlarının ortasında bir gencim. Bu yaşlara erişmeyi, bu yıllarımı mükemmel bir şekilde geçirmeyi hayal etmek, üzerinde uzun mesailer harcadığım bir eylemdi. Ama olmadı. Bunu bir karamsarlık ya da lanetlemek eğilimiyle söylemiyorum. İnsan, aklı belirli şeylere erdikten sonra dünyanın da Türkiye’nin de pek çok anlamda toz pembe bir yer olmadığını anlıyor.

Türkiye’de üzerine düşünmem gereken şeyler olduğunu 2000’lerin ikinci yarısından beri yavaş yavaş fark ediyordum. Bunlar öyle şeylerdi ki üzerine düşünmemek beni vicdan azabı ile baş başa bırakabilirdi. Nitekim sevdiğim ve örnek aldığım pek çok isim -ki sanatçılar önde gelir- çok şeyi dert ediyordu. Gezi bunun zirvelerinden ve dönüm noktalarından biri olarak yepyeni bir dönem açtı ve 2000’lerin sonlarına doğru “geliyorum” diyen bir otoriter rejimin şiddeti her geçen gün artmaya devam etti. Bu rejimin iktidar katındaki gücü ve kendilerine yarattıkları çoğunluktaki karşılığı o kadar hızlıydı ki rejimi meşrulaştıracak kanunlar, anayasal değişiklikler ve kararnameler fiili durumu takip etmek zorunda kaldı. Geldiğimiz noktada kendilerine yarattıkları çoğunluğu kaybeden ve hatta bu illüzyonun şifrelerini çözemeyip kendilerine destek veren milyonlarca yoksul insanın da yaşam kalitesini yerle bir eden bu düzen, bir avuç rantçının desteğini korumak için onların gönlünü hoş tutma çabalarıyla, bizim umduğumuza göre son günlerini yaşıyordu. 5 Şubat akşamına kadar dahi durum bir hayli ağırdı.

Ancak, 6 Şubat sabahına uyandığımızda yaşadığımız birkaç saatlik şokun ardından, içinde bulunduğumuz durumun ne kadar hayati olduğunu anladık. Kendimi o günün akşamında o kadar öfkeli ve üzgün olarak buldum ki arete yeniden yayınlara başladığında ilk yazıya talip olup sayfalarca dökülmek isteyeceğimi düşündüm. Ancak, süreç ilerledikçe birçok insan gibi artık düşünmekten, üzülmekten ve fikir üretmekten yorulduğumu fark ettim. Kendimi, açık konuşmak gerekirse en büyük dostlarım olan sevdiğim albümlere teslim etmem bile birkaç günümü aldı. Bir süre, uyumadan önce on dakika dahi olsa müzik dinlemekten utanır haldeydim. Dinleyemiyordum da zaten.

Bir süre sadece üzülmekle ve biraz da can sıkıntısı ile geçti. Bizim de İskenderun’da yakınlarımız olduğu için aile evinde stresli ve üzüntülü günlerle bir hafta geçirdim. Bu süreçte 5 Şubat akşamına kadar yaşadığımız ve yıllardır yaka silktiğimiz hayatın bile o günlere kıyasla ne kadar “lüks” olduğunu hissedip durdum. O günlerde hepimizi teselli eden tek durum, yurttaşlarımızın birbirine nasıl sıkı sıkı sarılarak dayanışma ruhu oluşturduğu idi. Üniversitemin kampüsüne gidip orada arkadaşlarımı gördüğüm an, günler sonra aile evinden çıktığım ilk andı ve ülkenin dört bir yanını saran o dayanışma ruhunun ne kadar büyük olduğunu görünce, mutluluk ya da iyi hissetmek denemez ama yozlaştığını düşündüğümüz birtakım değerlerin korunmuş olduğunu fark ettim diyeyim.

Buraya kadar hep üzüntülerden ve karanlığın içinde bir nebze olsun ruhumuzu aydınlatan duygulardan bahsettim. Ancak, burası bir itiraz platformu ve artık itirazlarımızı konuşmak gerekiyor. Her şeyden evvel, zaten gözeneklerimize kadar dolu dolu politize olduğumuz şu konjonktürde iktidara karşı endişeli duruşumuzun kültürel, ekonomik ve ideolojik olmanın ötesinde hayati bir boyutunun da olduğunu belki de ilk defa bu kadar yıkıcı bir deneyim ile görmüş olduk.

Bir devletin, iktidarın, hükümetin ya da kurumun bir durum karşısında yetersiz kalması, kusurdur ama ilk etapta suç değildir. Olabilir, bazı koşullar bazı olaylar karşısında yetersiz kalabilir. Gerçi Türkiye gibi bütün altyapısını dört dörtlük biçimde inşa etmiş, artık işin itibardan tasarrufu tartışmaya geldiği ülkelerde bu yetersizlik de kabul edilebilir değil. Ancak, hadi yine de bu seferlik onu da geçelim; cahillik diyelim, iş bilmezlik diyelim, yirmi yıl olmuş ama biz deneyimsizlik diyelim. Bizim itirazımızın boyutu bunun ötesinde.

En büyük dostlarım, sevdiğim müzik albümleridir demiştim. Çünkü mesleği gereği, hayatı boyunca eli kalem tutmayı seçmiş biri olarak bazen benim de sözüm bitiyor. Belki daha çok gencim, belki deneyimsizim. Ancak, sonuç olarak durum bu.

Depremin ardından ilk defa müzik dinlemeyi başarabildiğim anda Bulutsuzluk Özlemi’nden, bir Bülent Ortaçgil eseri olan Normal’i dinledim. Normali aramak, Türkiye’nin her zamanki gündemi değilmiş gibi o günlerde de normalleşme, sanki bir ay sonra aynı bölgede sel felaketi yaşanmayacağının bir garantisi varmış gibi planlanmaya çalışılıyordu. Daha enkaz altında insanlar varken Twitter’ın, ekşi sözlük’ün kapatılması ve deprem sonrasına yönelik ilk karar olarak üniversitelerin uzaktan eğitime dönmesi tartışılıyordu. Yine kötü kararlar veriliyor, bu kararların bazılarının arkasında inatla duruluyor ve bazı kötü kararlar ise daha kötü kararlarla “telafi” ediliyordu. Türkiye, büyük bir çırpınışla, alt tarafı birkaç hafta öncesindeki, yıllardır anormalliklerle devam eden normalini arıyordu.

Ancak, üzüntü duygusu ve dayanışma ruhu samimi yüreklerde, toplumun geniş kesiminde korunmaya devam ederken günler geçiyor ve sinirlerimizle oynayan haberlere üst üste maruz kalıyorduk. Normal, Bülent Ortaçgil’in memlekete dair birtakım kelimeleri, adeta anahtar kelimeler gibi bir araya getirerek bestelediği bir şarkı. Depremin sonraki günleri ardı ardına geldikçe bu sefer Cem Karaca ve Dervişan’ın 1975 tarihli Beni Siz Delirttiniz şarkısına malzeme çıkıyordu. Karaca’nın son derece tiyatral bir tavırla, hepimizi delirten olguları tekerleme gibi sıraladığı bu efsanevi şarkıya, 2023’ün şubatı adeta kat çıkıyordu. Çadır satan Kızılay, STK’ları ve spor kulüplerini hedef gösteren bir koalisyon ortağı, yardımların gecikmesine neden olan bir devlet kuruluşu, kentlere giden belediye başkanlarına “İngiliz ajanı” diyen diyalog kültüründen yoksun siyasetçi eskileri, övünerek kurdele kestiği yapıları afetlerde tepetakla olan ve bunları eleştirmek için sesini yükselten yurttaşların üzerine kolluk kuvvetlerini yığan bir iktidar… Değil yeni dizeler, yeni şarkı çıkmaz mı buradan? Çıkar, çıkmalı, çıksın ki elli yıl sonra benim torunlarım da bir şeyleri hatırlasın. Bizim hafızamıza, kendimi bildim bileli toplumsal konularda post-truth’un kitabını yazan sözlü tarihimize güven olmaz.

Kararlıydım, bu yazıya Beni Siz Delirttiniz başlığını verecektim ama hem şu ortamda delirmeye teşne olan tek kişi olmadığım için hem de “Bizi Siz Delirttiniz” diyerek kişisel duygularımı ve itirazlarımı bireysel bir anlatımın ötesine çıkarmak istemediğim için bundan vazgeçtim. Bu süreçte siyaset gündemi, uzun bir süre sönmeyecek yangınımız olan deprem gündemi ile birleştikçe zihinler iyice bulandı. Hatta düşünün ben, en son bir hükümet yetkilisinin milyarlarca dolar değerindeki bağışların ardından kahvaltılık ve terlik yardımı istediğini gördüm. Belki de hepimiz görmüşüzdür de sorun bende değildir. Bu yazıyı yazdığım 15 Mart gününün gündemi ise deprem bölgesini etkileyen sel felaketi oldu. Otobüste haberleri okudukça, tweetleri sıra sıra inceledikçe canım sıkılıyor; akşam yazmam gereken yazı için başlık düşünüyordum. Tam o sıralarda kulaklığımda Nejat Yavaşoğulları haykırıyordu:

“Düşündükçe içim sızlar,

İçim sızlar,

İçim sızlar,

İçim sızlar.”

Her ne kadar içimizi sızlatsa da düşünmek, düşünmeye devam etmek hepimizin büyük sorumluluğu. Demokratik bir toplum olmak ve demokratik toplumun işleyişini sürdürmek için en büyük ehliyetimiz düşünmek. Düşüneceğiz ve bir yerlere varacağız ki bize hak etmediğimiz bir gençliği dayatan zorbaların hakkından demokratik bir şekilde geleceğiz. Bu demokratik reçete, bizim için belli bir yere kadar kültürel, ekonomik ve sosyal bir ihtiyaçtı. Özgürlüklerimizi koruma güdüsü de önemliydi. Ancak, geldiğimiz noktada artık hayatta kalmaya ve içinde kaldığımız hayatı onurlu bir şekilde yaşamaya ihtiyacımız var. Elimizdeki demokrasi gücünü bunun için kullanmamız elzem. Ve inanıyorum ki kullanacağız.

15 Mart gecesi itibariyle bildiğimiz rakamlara göre 48 binden fazla yurttaşımızı depremde, 14 yurttaşımızı da bugünkü sel felaketinde yitirdik. Başımız sağ olsun, hepimize geçmiş olsun.


Öne çıkan görsel: Khalil Hamra/AP Photo/dpa

Erkin Can Seyhan

Erkin Can Seyhan

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.