Her şey tek bir soruyla başladı: Senin ötekin kim? Daha önce pek kafa yormadığım bu soru, yüksek lisansımın ilk dönemini geçirdiğim Orta Avrupa’nın küçük ama mağrur ülkesi Çekya’da kaç defa karşıma çıktı bilmiyorum. Öteki kavramı, pek çok derste üzerine konuştuğumuz bir mesele oluverdi birdenbire. O güne kadar Çeklerin ötekilerinden bahsetmiştik. Hafızalarındaki en taze öteki olan Rusya’dan. Henüz Ukrayna işgal edilmemişti ve ben, Rus işgali döneminde çocukluklarını veya gençliklerini geçirmiş hocalarımdan o günleri dinliyordum.
“Senin ötekin kim?” sorusuna cevap verirken yaşadığım ulus devlet içinde çoğunluğa mensup olduğum için devlet tarafından bana ezberletilen ötekileri saydım hocalarıma. Bunların arasında Rusya yoktu. Bunu fark eden bir hocam, “Peki, ya Rusya?” diye sordu. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra doğmuş biri olarak bu soruya, “Rusya’nın öteki olduğuna dair pek bir şey hatırlamıyorum” cevabını verdim.
Rusya ile savaşlar imparatorluk zamanında kalmıştı ve biz Soğuk Savaş döneminde NATO’nun güvenli kollarına bırakmıştık kendimizi. Rusya, benim için Yunanistan veya Ermenistan gibi bir öteki değildi. Ama güvenilecek bir aktör de değildi. Güvenli sınırlar dahilinde ilişkilerimizi sürdürmemiz gereken bir ticari ortak; reddedilemeyecek, sırt çevrilemeyecek kadar büyük bir güçtü. Bu, benim çocukluğumdan beri bildiğim Rusya idi. Zamanla Rusya’nın Putin’le birlikte otoriterleşen yapısında yaşanan insan hakları ihlallerine, muhaliflerin ve basının susturulmasına, Kırım’ın işgaline şahit oldum. Böylece zihnimdeki Rusya daha da negatif bir imaja büründü.
İkinci Rusya’yı Çekya’da öğrendim. Rusya’ya duyulan nefretin her yana yayıldığı bu ülkede benim ilk imtihanım, Orta Avrupa ve Avrupa Birliği dersinde sunum yaptığım sırada gerçekleşti. Rus işgaline uğramış Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden bahsederken yanlışlıkla ve biraz da cahillikle “post-Sovyet ülkeler” dedim. O ana kadar sunumumu, söylediğim her şeyi önceden bilen ve söyleyeceklerimi tahmin eden bir bilge edasıyla dinleyen hocam araya girip “post-komünist” diyerek düzeltti. Daha henüz bir aydır Çek Cumhuriyeti sınırları içindeydim ve bu olay, Çeklerle Rus işgali ve mirası hakkında konuşurken beni daha dikkatli hareket etmeye yönelten bir uyarı niteliği taşıyordu.
Yine başka bir derste hocalarımızla “komünizm ve otoriterlik” üzerine konuşurken onların komünizmden ne kadar nefret ettiklerini tekrar yaşayarak anladım. Çeklerin zihninde komünizm, otoriterlikten başka bir anlam taşımıyordu. Sık sık Sovyet hegemonyası altında yapmak zorunda oldukları şeylerden bahsediyorlardı. Mesela hocamız, “Herkes inanmasa bile komünist olmak zorundaydı çünkü çocuğunun okuması için Komünist Parti’ye üye olma koşulu vardı” derken seçme imkânın olmadığı bu dönemi, yüzündeki nefreti saklamadan anlatıyordu.
Hocam, komünist rejimdeki deneyimlerini anlattıktan sonra sözü, şu soruyla bize bırakmak istedi: Komünizm neden pek çok insana çekici geliyor? Şöyle yanıtladım: “Eşitliğe dayalı bir ütopya vadediyor. Bu durum da adaletsiz bir dünyada yaşayan toplumun alt tabakasındaki birçok insanın gözlerini kamaştırıyor. Tıpkı bir zamanlar taze bir üniversite öğrencisi olarak benim de gözlerimi kamaştırdığı gibi.”
Bu yanıtı verdikten sonra hocamın, korkulu ve kuşkulu bir tavırla bana “Komünizmi savunuyor musun?” diye sormasını beklemiyordum. Çünkü şu gerçeği unutmuştum: Ancak komünist rejimde hiç yaşamamış biri benim verdiğim cevabı soğukkanlılıkla karşılayabilirdi. Hocamın hayır cevabını verdiğimde rahatlayarak “Oh!” demesi ve endişeli bir yüz ifadesinden sıyrılarak yüzünün tekrar gülmesi, zihnimde hâlâ taptaze bir anı olarak yerini koruyor. Bu da, post-komünist bir ülkenin bakış açısıyla tanıdığım ikinci Rusya idi.
Üçüncü Rusya’yı ise yüksek lisansımın ikinci dönemi için gittiğim Strazburg’da bu sefer post-Sovyet ülkeden gelmiş ve Sovyetler Birliği dağılmadan önce doğmuş bir arkadaşım aracılığıyla tanıdım. Ukrayna’nın işgal edilmesine günler kalmıştı ve arkadaşım, ABD’nin Rusya’nın her an Ukrayna’yı işgal edebileceği uyarısını Amerika’nın abartması olarak tanımlıyordu. Ben de eğer Rusya, Ukrayna’yı işgal ederse kendi ülkesinin güvenliğinden endişe edip etmeyeceğini sordum. Rusya’nın böyle bir işe kalkışmayacağını, kalkışırsa Türkiye gibi ülkelerin ülkesini koruyacağı yanıtını aldım. Ne yazık ki korkulan oldu. Birkaç gün sonra Rusya, Ukrayna’yı işgal etti. Arkadaşım bu işgale ABD’nin neden olduğunu savundu. ABD’nin; Rusya, Ukrayna’yı her an işgal edebilir açıklamalarının Rusya’yı kışkırttığını ve sonunda Rusya’nın bu iddiaları haklı çıkarmak pahasına böyle bir işgale kalkıştığını söyledi. Fakat yine de Strazburg’da düzenlenen Ukrayna’ya destek yürüyüşüne katıldı.
Bir süre sonra bu sav yerini kendi ülkesi için endişeye bıraktı. Diğer ülkelerin Ukrayna’ya silah göndermemesi gerektiğini çünkü Rusya’nın vazgeçmeyeceğini ve bu durumun savaşı daha da uzatacağını düşünüyordu. Yani, Ukraynalıların kaderlerine razı olması gerekiyordu! Tıpkı bir zamanlar kendilerinin razı olduğu gibi. Amerika’ya ve onun dayattığı her şeye karşı çıkıyordu. Mesela ona göre, NATO’nun Sırbistan’a müdahalesi haksızdı. Kısacası, Rusya’dan şikâyet etmekle birlikte Rus bakış açısının ona öğrettiği cümlelerle konuşuyordu.
İşte bunlar benim tanıdığım Rusya’lar. Benim henüz tanışmadığım ve tanışamayacağım kaç Rusya daha vardır yeryüzünde, kim bilir! Birkaç gün önce Rusya, Ukrayna’daki dört bölgeyi pek çok kişi ve kuruma göre düzmece olan referandumlarla kendi topraklarına kattı. Avrupa Birliği bir zamanlar Sovyetler Birliği’nin ördüğü demir perdeyi bu sefer Rusya’ya karşı bizzat kendisi örüyor. Pek çoklarına göre Türkiye, denge politikasını başarıyla sürdürüyor. Bense ileride Rusya’nın bizim için bir öteki mi yoksa bir müttefik mi olacağını merak ediyorum.