Diasporik Ailelerin Psiko-Anotomisi’ne Giriş

Hasret

Varna’dan Hollanda’ya oradan da Belçika’ya yola çıktığım sonbahar sabahında gümrük memurunun bana yöneltmiş olduğu o soru tüm yolculuğum boyunca zihnimde dolanacak geçmişin hayaletlerini bugüne getirerek akademik hassasiyetlerimi tetiklemişti. Memur bey Türk pasaportuma bakıp tüm hoşnutsuzluğu ile Bulgaristan’da ne işim olduğunu ve iki gün boyunca ülkesinde ne yaptığımı sorgulamakla yetinmeyerek tek başıma Hollanda’ya seyahatimin gerekçesini de sordu. Oysa ben tek başıma değil aynı ülkenin kimliği, pasaportu ve soyadını paylaşmadığımız aile üyelerimizle seyahat etmekteydim. Doğal olarak gümrük memurunu da kuşkuya düşüren ulusal sınırların, pasaportların ve kimliklerin nezdinde üç farklı yabancıdan ibaret olan aile üyelerimle beni birleştiren şey hasretin ta kendisiydi. Sözlük anlamı “bir kimseyi, bir yeri veya bir şeyi görme, ona kavuşma isteği, özlem” olarak tanımlanan hasret şüphesiz her insanın ömründe bir kez dahi olsa hissettiği ve mücadele etmek için çeşitli stratejiler geliştirdiği sarsıcı bir duygudur. İnsanlık bu güçlü hisle mücadele etmek için kimi zaman kaleme kağıda sarılmış, kimi zaman söze saza sığınmış, kimi zamanda iğne ipliğe davranmış yine de bir türlü kolektif hafızamızda soğurmayı başaramamıştır.

1850’lerden bu yana, buharın ve matbaanın gücü ile ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, zaman ve mekan algımızı benzersiz şekilde dönüştürmüştür. Hastalıklar, fikirler, sermaye ve emek daha hızlı seyahat eden ve daha uzun çalışan insan ile global ölçekte dolaşıma çıktığı imparatorluklar çağının son günlerinde, şüphesiz bireyin duyguları da kolektifleşmeye ve bu hislerin yaptırım gücü de değişmeye başlamıştır. Hasretin metamorfozu da işte o günlerde başlamıştır. Hasret duyduğumuz nesne ve hissedenin üzerindeki yaptırım gücü siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda 20. yüzyılı derinden etkilemekle kalmamış bugünümüzü de etkilemeye devam etmektedir. Zamanın ve mekanın hiç olmadığı kadar eklektik olduğu dünyamızda, hislerimizin ve eylemlerimizin nasıl şekillendiğini düşündürebilmek ve okuyucuyla beraber düşünebilmek için hasret hissini de “naçizane” yapıbozuma uğratmaya teşebbüs ediyorum.

Yönetim birimi olarak ulus devlet mefhumu ile tanışana kadar, sevgiliye kavuşamamanın vermiş olduğu ıstırap olarak karşımıza çıkan bu duygu, ansızın kurtarılması gereken kaybedilen vatana, millete, toprağa, şanlı tarihe duyulan politik angajmana sahip bir hisse dönüşmüştür. Hasret duyulan vatanın sınırlarını, milletinin kim olduğunu ve şanlı tarihin nereye uzandığına kimin belirlediğini soramadan düşmüş insanların kalbine bu ateş. Özellikle Birinci Dünya Savaşı ile globalleşme dalgasının sonu gelinmiş, emperyal hareketlilikler ve karşılıklı bağlantılar coğrafyası olan dünya adım adım uluslararası sınırlarının belli olan ulusal egemenlik birimlerinden oluşan kırk yamalı bohçaya dönüşmüşken bu soruyu sormaya hacet de kalmamıştır. Şüphesiz yeni uluslararası sınırlar yeni siyasi gerçeklikleri beraberinde getirecek ve kendi mobilite rejimini yaratacaktı. Artık insanlar dil, din, millet gibi kimliğini oluştur aidiyet birimlerine göre zamanda ve mekanda hareket edeceklerdi. Bu yeni dünya düzeninde pandoranın kutusu bir kez daha açılmış ve milletin hak ettiği vatan topraklarını kazanmak uğruna küllere dönen yüreklere hasret bu kez de kazanılanı korumak için düşmüştür. Artık sınırları savaşlar ve politik müzakereler sonucu yeniden çizilen vatanını korumak için hasretle kavrulan insan, koruma duygusunun getirmiş olduğu tepkisellik ile birçok yürekte farklı hasret ateşlerinin yakılmasına vesile olmuştur. 20. yüzyılın karanlık günlerinde bir çok insan vatan dediği topraklardan kovulurken sadece bazıları aynı esnada onlara yeni bir vatan, yeni bir millet sunulacak kadar şanslı olmuşlardır. Elbette insan kendisini kucaklayan, sarıp sarmalayan her şeye nasıl bağlanır, sever ve uğruna mücadele ederse yeni vatanlarını ve milletlerini de kolayca benimsemiştir. Fakat bu yeniden bağlanma ve aidiyet geliştirme esnasında sökülüp atılan eskinin izi kalmış ve hasret yeni bir çehre ile  kolektif hafızalarda cılız ateşini körüklemeye devam etmiştir.

1980’lerde kademeli olarak yeniden globalleşme dönüm noktasına ulaşmış ve neoliberalizm diye adlandırdığımız yeni bir dünya düzeninin ilk emareleri insanlık tarihini etkilemeye başlamıştır. Bu yeni ekonomi-politik düzende, insanların tek bir yerde, ulusal ve kültürel normlara göre, geçirimsiz ulusal sınırlara sahip ülkelerde yaşayacakları varsayımı tedavülden kalkmıştır. 21. yüzyılda, giderek daha fazla insan aynı anda iki veya daha fazla topluma ait olacak şekilde hareket etme eğilimi göstermeye başlamıştır. İnsanların yeryüzü üzerindeki değişen mobilizasyonları da  “transnasyonel göç hareketleri” olarak tanımlanmaya başlanmış ve hasret hissi bu post-modern göç deneyimi ile de yeni bir veçheye ulaşılmıştır. Hasret zaman ve mekan algısının gittikçe kısalıp eklektik hale geldiği günümüz dünyasında göç deneyimini yaşamış bireylerin mücadele etmek üzere stratejiler geliştirdiği sarsıcı bir duygu olmaya devam etmektedir. Artık hasret duygusu, ulus ötesi aile ilişkilerini sürdürmek için gerekli olan akrabalık işi ve duygusal emeğin ana motivasyonu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu duygu, kolektifleşen ölçüde birbirinden farklı ülkelere dağılmış ve diaspora haline gelmiş grupların akrabalık ilişkisi ve aile yakınlığı duygusunu güçlendirmek ve “co-presence (ortak mevcudiyet)” halini sağlamak için bazı stratejiler inşa etmelerine neden olmuştur. Renkli sahnelere sebep olan bu stratejileri irdelemek de bir sonraki yazının konusu olsun diyerek yeni bir “hasret” molası vermek üzere yazımı burada noktalıyorum. Hasret duyduğunuz her ne var ise kavuşabilmeniz dileğiyle.

 

Sinem Arslan

Sinem Arslan

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.