Not: “Canavarın Ağzında” lafzı, Haluk Gerger’in Amerikan Komünist Partisi’ni anlattığı üç ciltlik seriden esinlenilerek bu metinde kullanılmıştır.
Bu dosyamızın geçmiş yazılarında, sevgili Meriç ile Türkiye’de deprem sonrası istihdam krizine dair teorik bir çerçeve (Göz atmak için: https://areteportal.com/depremden-sonra-emek-gucu-halleri-sorunu-iscilerin-en-fazla-magdur-olacagi-sekilde-cozmek/) ve hikâye anlatıcılığı üzerinden deneyimlere dayalı bir anlatı geliştirme hedefiyle yola çıkmıştık. Deprem sonrası istihdam krizinin birçok sektörde çalışan milyonlarca insanın -ama deprem bölgesinde ama kapitalin biriktiği metropollerimizde- hayatını etkilediği ve etkilemeye devam edeceği gün gibi ortada. Bu seri kapsamındaki bir önceki yazımda, depremden çoğunlukla fiziken uzakta olsa da iktisadi etkileri yanı başında hisseden ajans çalışanları ve reklamcıların ekonomik kriz, yönetim krizi ve sektörün pençesindeki mücadelesine bir pencere açamaya çalışmıştım. ((Reklam ve ajans çalışanları ile ilgili bir önceki yazımıza göz atmak için: https://areteportal.com/depremden-sonra-emek-gucu-halleri-reklamcilar-ve-deprem-tanikliklari/) Bu yazımızda ise yalnızca birkaç sene önce ekmeğimi kazandığım bir sektörün çalışanlarının, canavarın ağzındaki kafe, restoran ve turizm-otel emekçilerinin hem deprem bölgesi dahilinde hem de haricindeki deneyimlerine kısa bir bakış atmaya çalışacağız.
Deprem bölgesinin yaşadığı yıkım orta ve küçük ölçekli işletmelerin yok oluşuyla neticelenmişti. Hizmet sektörü dışında faaliyet gösteren iş kollarına müdahil işletmelerin tedarik zincirinin neredeyse tamamının yok olmasına rağmen, çok ufak bir kısmının bir şekilde faaliyet gösterdiğine yahut teşvikler vasıtasıyla yeniden operasyona başlayabileceğine dair elimizde veriler mevcut. Ancak aynısını oteller, restoranlar ve kafeler için söylemek imkân dahilinde değil. Hatay ve Adıyaman’da yıkılmamış konaklama tesisi sayısı bir elin parmağını geçmiyorken dayanıklılığına ve sağlamlığına en çok güvenilen yapılar dahi orta vadede dahi açılamayacağını açıkça beyan etmekte. Bu çerçevede, deprem bölgesinde kayıtlı iki milyon işçinin ve kayıt dışı binlerce işçinin (mülteciler, çocuk işçiler, aile işletmesinde çalışanlar) hizmet sektöründe faaliyet gösteren işletmelerde çalışan on binlercesinin depremden sonra işsiz kaldığını ifade edebiliriz. Ancak deprem sonrasının istihdam krizi deprem bölgesinde işsiz kalan binlerce işçi ile sona ermiyor. Metnin geri kalan kısmında iki ayrı bölümde, metropollere göçen işçiler ve deprem bölgesinde yaşanan işten çıkarmalar/zorla çalıştırmalar üzerinden deprem sonrası istihdam krizine dair en ağır hasarı almış çocuk, kadın ve kuirler üzerinden perspektifler sunmaya gayret edeceğiz.
Ön not: Bu metin içerisinde tanıklığına başvurduğumuz kimse ile kurumsal ya da profesyonel ilişkimiz bulunmamaktadır. Bu metin içerisinde başvurulan tanıklıklar, tanıkların talebi doğrultusunda kişisel bilgiler gizli tutularak kayda geçirilmiş ve yayınlanmıştır.
Rehin Kalmak
“Üç yıl boyunca çalıştığım restoran depremde hafif hasar görmüştü. Bereket, ailemden kimseyi kaybetmedim. Ertesi gün iş yerime gittim, şefimiz rahmetli olmuş. Pek üzüldüm. Restoranın sahibi iş yerini kapatacağını, bu yüzden bir kağıt imzalamamızı istedi. Ben imzalamadım, istifaymış. Ben kaldım bir tek, zorladılar, istifa etmedim. Sonra beni depremden önce işten çıkarmış gibi Kod 29 ile kovdular. Gittim, Allah’tan kork, ben ahlaksız ne yaptım, dedim. Bana “Rahmetli şefimizden hırsızlık yaptın ya.” dediler. Rahmetli şefimin yerine dilekçe bile yazmışlar. Pes ettim. İşsiz kaldım, işsiz ödeneğimden de mahrum kaldım. Nasıl oldu, nasıl yaptılar, ben ne yaparım?”
Deprem bölgesinde birçok işverenin işçilerini haksız yere işten çıkardığı, kimi zaman da buna yönelik yasal engelleri aşmak adına bu tip oyunlara başvurduğuna dair birçok örneği deprem bölgesinde kalmak zorunda olan işçilerden dinleyebilirsiniz. Ancak deprem bölgesinde yaşamaya devam etmek zorunda kalan, zorla çalıştırılan/çalışmak zorunda bırakılan işçilerin varlığı da bir başka kan dondurucu gerçek.
“Depremde evimiz yıkıldı. Annem hasta, babaannem de hasta. Çadır veya başka bir yardım bulamadık. Babamın patronunun evinin bahçesinde müştemilat gibi bir şey var, daha çok kulübe gibi. Soba kurdular, ışık çektiler. Allah razı olsun, babam da varıyla yoğuyla çalışarak ödüyor.
Aslan: Karşılığında para alıyor mu babanız?
Hayır. Zaten evinde kalıyoruz insanların. Zaten çalışmasa başka nerede iş bulur? Ölürüz.
Aslan: Ne iş yapıyor babanız?
Mutfakta yardım ediyor, aşçı yardımcısıydı babam. Başka bir şeyin ustası olsa belki iş bulurdu Adana’da, Mersin’de. Belki tek başına olsa Ankara’ya veya İzmir’e giderdi, İstanbul’u hiç sevmez. Ama annem ve babaannem olduğu için gidemez.
Aslan: Devletten, sivil toplumdan yardım alabildiniz mi?
Hayır.”
Örnekler ailesi yüzünden memleketinden ayrılamayanlar ile sınırlı değil. İş yerinden aldığı avans ile rehin tutulanlar da var.
“Depremden önce nişanlıydım. Nişan için kredi çekmeye kalktım, onaylanmadı. Bankaya gittim, vermediler. İş yerinden istedim 10 bin lira. Yüzüktür, çiçektir, takım elbisedir fazla tuttu. Ondan sonra da kredi kartına yüklendik. Melek’im melek oldu. Patron normalde 2 ay daha çalışman lazım ama mart sonuna kadar kalsan yeter rahmetli nişanlının acısı büyüktür diye, dedi. Bazen rehine gibi hissediyorum ama Allah razı olsun, insaflı adam yine de. Başkası olsa hemen isterdi parayı.”
İşlemeyen kurumlar eliyle, patronların ve en iyi ihtimalle perişan haldeki fakirleşmiş yakınların insafına bırakılan milyonların bir kısmı yıkılmış memleketlerinde ama çaresizlikten ama borçlarından rehin kaldılar. Restoran, cafe ve turizm emekçilerinin uğradığı bu insanlık dışı muamele kimilerine göre lütuflarıyla kimilerine göre ise rehinlerin borçlarıyla meşrulaştırılıyor. Senelerdir giderek fakirleşen ve uğradıkları muamele giderek kötüleşen bu insan grubunun metropollere “sığınanları” içinse durum daha az mı vahim, bilmiyoruz.
Rehin Alınmak
“12 sene ustalık yaptım. 20 senedir bir it gibi çalışıyorum. Kebabın A’dan Z’ye her şeyini öğrendim. İş yerim evim her şey yıkıldıktan sonra Ankara’ya geldik. Bir ev tutacaktım, ev sahibi emlakçıya dönüp “Arap bu.” dedi. Yalvardım, deprem bölgesinden geliyorum diye, o zaman hiç olmaz kardeşim, dediler. Neyse, sonra emlakçı insaf etti başka bir yer buldu, ateş pahası. İş buldum, 8 saat bir yerde kebap ustalığı yapıyorum ne kiraya ne yemeye yetiyor. 4-5 saat de bir ocak başında akşam çalışıyorum. Bak ha ben, ne derler kalifiye eleman sayılırım, misal bir garson bir yere işe girmeye kalksa Ankara’da karnını doyurmak için değil 12 saat, 24 saat çalışsa bir günde yetiremez.
On iki senedir ustalık yapan bir aşçının gittiği şehirde yaşadığı kendi tabiriyle bu hiçleşme sayısını kimsenin tahmin edemediği onlarca kuir işçi içinse daha acı sonuçlarla kendisini gösteriyor.
“Depremden sonra anne ve babamla Bursa’ya geldik. Ben meslek lisesi çıkışlıyım. Üniversite okumadım. İlk başta ne yalan söyleyeyim Bursa’ya geldik diye biraz sevinmiştim. Burada benim gibi birisi bulabilirim diye, memlekette tek ben vardım gibi gelirdi. Anlarsın, benim gibi erkekleri seven bir erkek vardır burada belki diye düşündüm. Avuttum galiba kendimi. Babam yaşlı, annem evde zaten. Onlara bakmak için çalışıyorum, birisi anladı galiba iş yerimden böyle olduğumu. Sonra bir gün tartıştık, seni patrona söylerim işten atar bir de döveriz üstüne diye tehdit etmeye başladı beni. Ben de artık iş yerinde birileri telefondan kızlara bakarken “Uf ne güzelmiş.” diyorum, sesimi kalınlaştırarak. Kendimden iğreniyorum. Nefret ediyorum kendimden. İlk fırsatta iş bulacağım, ama bir hafta bile işsiz kalırsam aç kalır anne babam, rehin aldılar beni burada. Yeni iş bulamazsam… öldüreceğim kendimi.”
Binlerce insan ölümden sonra yeni bir hayat kurmak için gittiği metropollere doğru ailesinden birçok insan olmaksızın yol almak zorunda kaldı. Bugün geldiğimiz noktada, ailesiyle beraber şehirlerini terk eden onlarca çocuğun da olmaması gereken yerlerde çalıştırıldığına şahit oluyoruz.
“Babam ve abim depremde öldü. Bizi de enkazdan ikinci gün çıkardılar. Sonra İstanbul’a akrabaların yanına geldik. Okuyamazsın annene bakacağız beraber, dediler. Eyvallah, bakarım ben anneme, hele 18 olayım da. Bir restoranın mutfak arkasında çalışıyorum, kocaman güzel bir restoran. Mercedesler geliyor, çıkarken bazen restoranın önünden de geçiyorum, normalde yasak. Güzel bir yerde. Giderken güzel giyinmeye çalışıyorum yolda kimse bu çocuk da kim demesin, hor görmesin.
Aslan: Ne kadar veriyorlar aylık?
Aylık işte 2000 lira veriyorlar. 18’ime basınca asgariye yakın bir şeyler verirlermiş.
Aslan: Ne kadar mesai yapıyorsun?
10 saat falan işte.
Aslan: Yemek, yol var mı?
Personel yemeği çıkıyor da en son ben alıyorum. Hep küfrediyorlar. Gittim anneme anlattım, 2 gün yemek yiyemedi. Şimdi söylemiyorum ona hiç, ağlamasın diye.”
Şahsi bir deneyim olarak çoğunu telefon ya da aracılar yoluyla tamamlamış olsam da bu tanıklıkları dinlemek/düzenlemek çok zor oldu. Bu tek kelimeyle acı dolu hikayeler bir filmden ya da romandan alıntı değil, muhtemelen mahallenizde bu cendereye sıkışmış bir sürü insan yaşıyor. İnsanların kurumlar eliyle canavarın ağzına terk edildiği bu korkunç deprem sonrası felaket, işsiz ve iş bulma umudunu kaybetmiş binleri ölüme mahkum etmeden bir an önce özellikle siyasi muhalefetin harekete geçmesi gerektiğine inanıyorum.
Süreçten tabi ki en ağır hasarı yine çocuk, kadın ve kuir işçiler aldı. Taşranın iktisadi yapısında gizli ve karanlık yer kaplayan çocuk işçilik gerçeğinin çok daha zor şartlarda büyükşehirlere taşındığı; kadınların ve kuirlerin önceki yaşamlarını kabusa çeviren baskının büyükşehirlerde hayatlarını cehenneme çevireceği ile yüzleşmek ve bu manzaradan yüz çevirmemek toplumumuz önünde aşılması gereken umutsuz bir sınav olarak duruyor.