Çalışmalarımdan ötürü son iki-üç senedir çokça üstüne düşündüğüm bir konu ataerkil bir toplumda kadın olmanın kendi içerisinde ne kadar çok çelişkili duygu ve beklenti yarattığı gerçeği. Dahası, tüm bunların bedenimize adeta yazılması ve tüm bedensel (dolayısıyla da mekânsal) tecrübelerimizde şekillenmesi. Bu konuyu bu yazıda hamilelik üzerinden anlatacağım; fakat ondan önce, şunun altını çizmek istiyorum: Ataerki gerçeği nedeniyle kadınların bedensel deneyimlerini tekil ve bağımsızlarmış gibi analiz etmenin neredeyse imkansız olduğunu görüyorum. Her beden, bir oluşum içerisindedir ve bu oluşum toplumsal olarak gerçekleşir. Kadınların durumunda bu oluşum daha bile çevreyle kurdukları ilişkiler içerisinde gelişiyor; örneğin, bebekle derinden ilişkileniyor. Dolayısıyla da bu yazının önemli bir gizli öznesi bebek olacak.
Kadın bedenine ilişkin güncel normatif algıya göre hamilelik kutsal, kadına adeta bir “parıltı”, bir “nur” veren bir şey; çünkü içinde yeni bir hayat meydana geliyor ve artık iki canlısın. Bir kadının iştahlı olmasına, aşermesine, çok yemesine önceleri büyük bir kınamayla yaklaşılırken (hele de iştahlı olmak kadınlar için büyük bir suçtur, çünkü iştah demek bir yerde cinsellik de demektir[1] ve kadınlar cinsellik isteyemez!) enteresan olarak hamilelikte yemek miktarı bakımından görece özgürdürler. Her ne kadar sağlık normları ve sosyal çevre hamilelik sırasında kadına ne tüketip ne tüketmemesi gerektiği konusunda çeşitli baskılar yapsa da aşerme ve iştah yine de bebeğin sağladığı bir özgürlük alanını getiriyor diyebiliriz. Kadınlara kısa bir süreliğine tanınan, suçlu hissetmeden iştahlı olabilme hakkı.
Öte yandan, hamilelik aynı zamanda da kadının başına gelen bir şey. Kadının bir parçası, otonomisi dahilinde olmaktansa dışsal, her an dikkat etmesi gereken riskli bir sağlık durumu olarak algılanıyor. Bununla birlikte sık sık kustuğun, daha sık tuvalete gittiğin, zaman zaman kanadığın, kontrolsüzce büyüdüğün, önceden rahatça geçtiğin yerlerden artık büyük bir bedenle yürüdüğün grotesk bir hal. Kontrol ve denetim mekanizmalarının bilhassa sağlıkta bu kadar sıkı kurulduğu bu çağda, çoğu zaman erkek doktorların ve bilim insanlarının yön verdiği tıbbi söylemlerin ışığında düşündüğünüzde, duygusal dünyasının ve bedeninin kontrolünü yitirme hissinin kadınların üstünde ne kadar katlanılmaz bir yük oluşturduğunu az buçuk hayal edebilirsiniz.
Dahası, kendi bedenine yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor bu vaziyet. Örneğin şunu hayal edelim: Başınıza hamilelik gibi bir şey geliyor, her şey sizin bedeninizde ve duygu dünyanızda olup bitiyor; fakat sizin kendi bedeniniz ve duygularınızla ilgili karar verme lüksünüz yok. Çünkü tıp dünyasına göre bu konuda yeterli değilsiniz. Hiçbir zaman, hiçbir şey için bir kadın olarak yeterli olamama hissi hamilelik bazında tarihsel deneyimlerimizde ne kadar karşılık bulmaktadır merak ediyorum. Bundan 50-60 yıl öncesinde örneğin, büyükannelerimiz de bu şekilde hissediyor muydu? Yoksa yıllardan beri kadından kadına aktarılagelen üreme, hamilelik, lohusalık ve emzirme deneyimlerinin kıymeti var mıydı? Muhtemelen biraz daha vardı. Fakat, günümüzü konuşursak, bu anlamda hamile beden asla özel alanda kalamaz; kamusal denetime, gözetlenmeye ve özellikle de ataerkil göze daima açıktır.
Hamileliğin kamusallığı üzerine düşündüğümde aklıma hep bu kamusallığın nasıl kriminalize edildiği de geliyor. Bu mesele Kızılcık Şerbeti dizisinin geçen haftaki bölümüne de konu olmuştu. Dizide hamile bir kadın olan Doğa karakteri dar kıyafet giydiği ve hamileliğini sergilediği gerekçesiyle eşi ve eşinin annesi tarafından sözlü şiddete maruz kalmıştı. Bu şiddete sessiz kalmayı reddedip hakkını savunan Doğa, birkaç sahne sonra kaynanasının şu sözlerinin etkisi altında kaldı: Sen hamilesin, duygusalsın, fazla tepki veriyorsun. Ardından eşinden özür dileyen kişi Doğa oldu. Hamileliğin görünürlüğünün suç sayılması keşke sadece dizilere konu olsaydı. Hiç tanımadığı erkeklerden sadece sokağa çıktığı için tekme yiyen kadınlarla ilgili haberleri bilirsiniz. Bu olaylardan birinde[2] sekiz aylık hamile bir kadını sokak ortasında bayıltana kadar döven ve köpeğine saldırtan bir erkek gözaltına alındıktan kısa bir süre sonra serbest bırakılmıştı. Bebek bekliyor olmanın görünürlüğü, normal bir insana bir kadının aylar önce yaşadığı cinselliği hatırlatır da bunun cezalandırılması gerektiğini düşündürür mü diye geçiriyor insan içinden. Fakat biliyoruz ki, ne yazık ki, sorun burada anormal olan, psikopat olan bir avuç erkek değil; bu topluma sirayet etmiş koca bir eril zihniyet.
Bu yazdıklarım, kadınlara yaşatılan bu acılar ve çelişkiler, fetüsün anneyle ilişkisine de doğrudan yansıyor: Anne fetüse karşı kimi zaman yoğun bir sevgi, kimi zaman da hayatını zorlaştırdığı düşüncesiyle bir çeşit düşmanlık besliyor[3]. Bununla birlikte gelen suçluluk hissi ve gerilimler de cabası… Yazının başında da dediğim gibi, bedensel deneyimlerimizi birbirimizle ve içinde bulunduğumuz mekanlarla ilişkide olarak sürdürüyoruz. Hamile bir kadın bunları tek başına yaşamıyor, başka birçok kadınla birlikte yaşıyor. Hemen devamında da birçok bebekle ve çocukla birlikte yaşıyor. Sonuç olarak, her kadın bedeni gibi, hamile beden de toplumsal ızdıraptan kendi payına düşeni sert bir şekilde alıyor.
[1] Bordo, S. (1993). Unbearable Weight: Feminism, Western Culture, and the Body. Berkeley: University of California Press.
[2] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dehsete-dusuren-goruntuler-hamile-kadinin-karnina-tekme-atti-kopegini-uzerine-saldirtti-963071
[3] Lupton, D. (1999). Risk and ontology of pregnant embodiment. In D. Lupton, Risk and sociocultural theory: new directions and perspectives (pp. 59-85). Cambridge: Cambridge University Press.