Yıllarca kendime ait bir köşem ve bir sesim olsun istedim. Çeşitli dergilerde de yazdım bunun için. Şiir yazdım, öykü yazdım hatta bir keresinde tek kişiye ancak yetecek ama dört kişinin paylaşmak zorunda kaldığı bir kyk odasından eve çıkabilmek için neden bilmiyorum Kanadalıların bana verdiği pound cinsinden bir ödül için bile yazdım. Sonra bir alan verildi bana burada. Burası, yani Arete. Evimiz arete. Verilen bu alanı, belki beğenilmek belki de o kadar donanımlı insan içerisinde (içerisinde siyasetçiler, felsefeciler falan var) önemsiz bir şeyden bahsetmemek ve gündemi ele alabilmek için oldukça hoyratça kullandım. Şimdi baktığımda ne yazdığımı bile hatırlamadığım, sadece Taksim’in sidik kokan metrosundan bahsetmek için kullandığım bir ilk yazının ardından ruhumu daraltan sütyenlere ve her günümün bir bölümünde küfrettiğim gürültüye dair birer yazı yayımladım. O yazıları yazarken de önemli bir şey yazıyor gibiydim. Önemli şeyler yazıyordum bakarsan fakat ben başka şeyler konuşmak istiyorum. Hepimizin bildiği, hepimizin sürekli konuştuğu ama ağdalı üstüne üstlük ders veren bir dille yazıldığı için okuduğumuz hiçbir yazıda yeterince hissedemediğimiz şeylerden. Çok gezebilen, envai çeşit giyinebilen, güzel kameralarıyla parlak hayatlarını sunan influencerların karşısında, ortalama güzellikte, ortalama gelir düzeyinde, ortalama bir başarıda o kadar ortalama ki sıradanlığıyla dikkat çekecek kadar tekdüze insanların sıradanlığı kabulleniş tiradı da kabul edebiliriz bu yazıları.
Bu yazının girişi gelişmesi ve sonucu kendiliğinden gelişmek zorunda arkadaşlarım çünkü bir mesai sonu patronum beni delilercesine çalışıyor sanarken yazıyorum bunları. Yazmak için yaklaşık yirmi iki dakikam var çünkü yöneticime gün sonunda yaptıklarım için rapor verdiğim bir toplantıma yetişmem gerekecek. Üstelik sabah benim başkalarından rapor dinlediğim bir toplantı daha var. Bu düzenin bu kadar alışılagelmiş olmasını hayretle izliyorum. İşleri ne yaptınız çocuklar, sabah 9. İşleri böyle yaptım adı sürekli değişen ama işlevi hep aynı olan bey, akşam 5. (Bu kişinin ekseriyetle bey olmasıyla ilgili daha sonra tekrar konuşuruz çünkü evet, ben de bulmacada çocuğun annesinin de doktor olabileceğini akıl edemedim.)
Konuya dönecek olursam, eğer bana böyle bir alan verildiyse gerçekten konuşmam gerekir diye düşünüyorum. Yazı için, “Bunu revize et, bize uygun değil, ne anlattığın bile belli değil, bağlamdan kopuk ve kafan karışık, konudan konuya geçmişsin rezalet!” gibi bir geri bildirime de hazırım.
Evet, çünkü böyle bir hayat yaşıyorum. Konudan konuya geçen, bağlamdan uzak, karmaşık. Hepimiz böyle birer hayatı yaşıyoruz. Aynı anda ne zamandır çok kötü beslendiğimizi ve Migros Hemen’den bir hindi göğüs sipariş etmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Hindi göğüs, protein oranı yüksek, genelde indirime giriyor, Migros Hemen’in getirme ücreti de 10 lira olmuş. Kalkıp kendim alıp gelsem mi?
Çok fazla işim var. Günü de oldukça verimsiz geçirdim. Yeni iş yerimde beni sevsinler diye o kadar çok uğraştım ki başkalarının beni sevmesi üzerinden yeni bir kimlik inşa ettim. Okuldaki kimliğim, evdeki kimliğim, dostlarıma kimliğim, her bir iş yerine ayrı kimliğim. Hayatta başarılı olmak aynı zamanda birden fazla insan olmak demektir. Çoklu kişilik bozukluğu bu demek değildir fakat. Geçen gece rakı masasında bir psikiyatrist dostumdan çoklu kişilik bozukluğunun ne olduğunu öğrendim. Bu demek olmadığını net şekilde söyleyebilirim.
Birçoklar var anlatmak istediğim, anlatmak istediğimin başına bile yaklaşamadım. Şöyle bir ağzımı toplayayım ve bir hikayeyle başlayayım. İlkokul 5. Sınıftayım. Birinci sınıftaki öğretmenim patolojik bir sapık olduğundan 5 senede 3 sınıf ve 3 öğretmen değiştirmiş oldum. Bir sene kayıp, öğretmen gelmediğinden o senenin tamamını beden dersi yaparak geçirdik ilerde üniversite sınavında ek 10 puan verdiler bunun için. (Vermediler)
5. sınıfta nihayet düzgün bir öğretmenle karşılaştım. Zeki de bir çocuk olduğumdan kadıncağız 5 seneyi aynı anda öğretti ve ortaokula yolladı beni. Son ödevinde ise bir kompozisyon yazmamızı istedi. Serbest konulu bir kompozisyon. Ben içimi de dökercesine ne zaman yeteceğini sorgulayan bir yazı yazmıştım. 5. sınıftaydım ve ne yaparsam yeterli olacağını merak ediyordum. Okul birincisi mi olayım gözlük mü takmayayım, daha az Alman pastası mı yiyeyim? Kitap okumak mı daha iyi matematik çözmek mi? Gitar kursuna devam etmeli miyim (biraz pahalı çünkü tüm bursumu ona vermek istemiyorum)?
Hocam, yılın sonunda yazıyı anneme vermiş okul gazetesinde çıkacak diyerek sonra da gitmiş. Ben yazıyı bir yıl sonra annemin çekmecesinde buldum. Annem maalesef ki ilk basılı yazımı bana söylemeyi unutmuş, siyah, dar bir çekmecede kalakalmış yazım. O çekmece, aynı zamanda göbek bağımı bulup çekmeceye mahkum kalmamak için korkup camdan fırlattığım çekmece.
Her neyse, konumuz annemizle sorunlarımız değil, konumuz ne zaman “yeteceği”. Bu yetersizlik duygusu nasıl oluyor da hepimize sirayet etmiş oluyor ve nasıl oluyor da bu kadar muzdarip olmamıza rağmen birbirimizi sürekli harlıyoruz?
Öyle bir alışkanlık haline gelmiş ki boş oturmak en tembeli için bile bir iç sıkıntısı bu ülkede. Tatil çok da hak etmediğimiz bir şey. Ülkece tembeliz hele Z kuşağı evlerden ırak. Taş taşımadık, aç kalmadık, çorap dikmedik. Durmadan bize hiçbir tatmin duygusu getirmeyecek sınavlara girdik sadece. Her biri oldukça önemli dendi durmadan. Rehber hocalarına gidenler ve sözelcilerin kafalarının çalışmadığına inandıkları için fizik öğretmenlerini rehber hocası ilan edenler. Her seferinde, geçilen her bir seviyede önceki seviyenin kolaylığı ve bayağılığı konuşuldu sonra. Lise sınavı için mi bu kadar stres yaptın? Üniversite sınavı tek bir vize final dönemi halledilirmiş ya hu! Üniversiteye girersin hayatım, her sokakta bir apartmanı üniversite yapmışlar zaten ama herkes işsiz. İş bulursun ama devamlılık zor, bu ülkede ne olursan ol boş, yurt dışına gitmek lazım. Sen yüksek yapmadın mı bu arada?
Her konudan anlamak, eğlenceli olmak, giyimde bir zevk sahibi olmak, mutlaka ki bir müzik aleti çalmak. Şiir yazmayın ama. Şiir yazanlar biraz şey… Öykü falan yazın.
Kırılmaz bir döngüde yaşıyormuşçasına daha fazlasına uğraşıyoruz. Hırslı biri bile değildim ben derken buluyorum ara sıra kendimi. Asimile sebeplerden öğrenemediğim dilimi öğrenmek isterken nerede işime yarayacak ki deyip ötelerken buluyorum. Sebepsiz yere ALES’e girerken buldum kendimi mesela. İstediğim puanı alıp bıraktım ve güneşli bir pazar sabahı 3 saat sınava girmiş olmakla kaldım. Neden girdim Allah aşkına o sınava? Hedefi olmadan yaşayamayan biri olmayı kim makbul kabul etti? Makbul kabul edilmeyi neden bu kadar önemsedik?
Bu köşe dostlarım, bana bahşedilmiş bu köşe, size dertlerden, hayatı sündürmekten, hayalleri süründürmekten, kendi parasını kazanan kadınlardan ve son 5 kiloyu asla veremeyenlerden bahsedecek.
Hiç tanışmamışızcasına, merhaba!