Burada Kalmak: Yitirmeyi Reddettiğimiz Bir Hak

Tevfik Fikret, bir ankette kendisine yöneltilen “Yaşamak istediğin yer?” ve “Ölmek istediğin yer?” sorularının ikisini birden “Burası değil.” cümlesiyle cevaplarken bizim neslimizin aşina olmadığı bir yerden konuşmuyordu. Bizim umutsuzluk, Fikret ve neslinin ise yeis olarak tanıdığı his, ister istemez nesillerin gözünü dışarıya, “burası olmayan yer”de -orası her neresiyse- huzurlu bir hayat aramaya sevk etti. Hikâyesi eski, karakter kadrosu zengin bir arayıştı bu. Fakat her seferinde kendi temel amacıyla, “huzurlu, insana yaraşır bir hayat” bulmanın dillendirdiği o sükûnet arzusuyla hiç de uyuşmayan bir hırçınlık bu arayışın içine sızdı. Bu arayışın bünyesinde barındırdığı reaksiyoner tavır, kalanların talihlerine yandığı, gidenlerin ise kalanların akıllarına acıdığı bir tahrip döngüsüne gebeydi. Hiç karyoladan düşmeyen, faytonu çukura savrulmayan bir gebeydi bu. Her seferinde doğurdu. Gerek Fikret’in kuşağının ve gerekse halihazırdaki neslin kucağına -Buda’nın “pranga” adını koyduğu oğlunun spiritüel kuzeni olmaya seza- bir yavru iliştiriverdi. 

Bu yavru, bazen uluslararası şöhrete sahip bir terzi yamağının suretinde belirerek onun, güneyimizde kalan adanın “yavru vatan” diye adlandırmadığımız tarafından kendi dışkımızda boğulmamız temennisinde bulunmasını sağladı, bazen üstüne uçak bileti iliştirilmiş pasaportların efektli fotoğraflarının üstüne döşenen “Ne hâliniz varsa görün”den hallice cümlelerin satır aralarından korku filmlerine yaraşan endişe verici tebessümünü fırlattı. Türkiye’de yaşamanın sadece Cemil Meriç alıntıları okuyanlara -şu “vatanını yaşanmaz bulanlar…” diye başlayan beylik cümlenin perestişkârlarına- lâyık bir durum olduğu kabul gördükçe bu hırçınlığın düzeyi de arttı. Onun büsbütün tahripkâr değilse bile pasif-agresif çehresi herkesi kendinde soğurmaya başlayan devasa bir karadelik hâline bile geldi. Parlak yüzler, aydınlık zekâlar, ülkenin yarınları olduklarına inanan ya da bir şekilde inandırılan herkes henüz evlenmemiş genç akrabalarına karşı acıyan bir sıfat takınıp “Bir gün mutlaka…” yollu cümleler mırıldanan sevimsiz ihtiyarlara dönüşmeye başladı. Eminlerdi ki bir gün biz de kurtulacaktık, bize çok yazıktı, gitar çalanımız Türkiye’de olmasa Elvis şöhretine erişecek, öykü yazanımız Avrupa’da olsa Dickens itibarı görecekti. Bekâr gençlerin onlardan kurtulmak kastıyla ihtiyar akrabalarına “İnşallah” savurmasına benzer şekilde, Türkiye’deki gençler de bu üstenci kurtulmuşların eline gönülsüz “Umarım”lar tutuşturmak zorunda kaldı. Kimsenin onlara gitmek isteyip istemediklerini sormuyordu. Gitmek isteyenlerinin bunun için gereken imkânlara sahip olup olmadıkları kimsenin aklından geçmiyordu. Gitmek istemeyenler ise muhataplarının gözünde başlarında fes, parmaklarında Teşkilat-ı Mahsusa yüzüğü taşıyan enteresan güruhtan biri olarak addedilmemek adına sözlerini yutmalıydı. 

İmajların hâkimiyetinden çıkıp sözün ayağını yere değdirmekte fayda var: İçinde yaşadığımız ortam kariyer planlarınızdan bahsederken yaşadığı şaşkınlıktan ötürü gözlerinin iki tarafında yarım yaylar belirmiş arkadaşınızın “Türkiye’de mi kalacaksın yani?” demesine yol açabilecek bir ortamdır. Avrupa Birliği üyesi bir ülkeden Türkiye’ye, üstelik bu ülkenin dilini ve edebiyatını okumaya gelen birine -artık teklifsizliği bir ayıp saymayı bırakalı çok oluyor- “Sen deli misin?” diye sormanın meşrulaştığı bir ortamdır. Burası çokları için ancak apokaliptik filmlerin afişlerine yaraşacak bir tür taşı-toprağı zehirli gezegen parçası, içindekiler de mutant hâlini almış tuhaf yaratıklardır çünkü. Anlatıların hiçbiri gibi bu da masum değildir, kendini dayattıkça dayatır, ta ki hepimiz onun önünde “boynumuz kıldan ince” hâle gelinceye değin. 

Vahşet, insanın rasyonel davranmaya mecbur tutulduğu ortamın adıdır. Çünkü rasyonel davranmayanı kurdun veya ayı pençesinin kaptığı, timsahın yediği, nehrin götürdüğü, düşmanın yem ettiği ortamlardır bunlar. Uygarlık bu tehlikelerin bertaraf edildiği, dolayısıyla insanın yalınkat ve kuru bir rasyonalitenin egemenliğinden kurtarıldığı yerde başlar. Sayelerinde beş kuruş kazanılmayan bütün insan ürünü güzellikler ve yaşayanlarının kariyerlerine mâl olmuş bütün büyük sevdalar oradan doğdu. Hırçın anlatımıza karşı serdedilecek ilk itiraz buradan çıkar: İnsanlar kendi cepleri için çok daha büyük kârlar sağlayabileceğini bildikleri ve tüm imkânlara sahip oldukları hâlde bu ülkede yaşamayı tercih edebilirler. Bunun için “bu ülke uğruna savaşma” ideallerinin olması bile gerekmez. Aileleri vardır, arkadaşları vardır. Saçma bir romantizmle Anadoluhisarı’ndaki neşeli akşamlarının hatıralarını terk etmek istemeyebilirler. Belki Türkçe duymak istiyorlardır. Kim bilir, belki de dertleri yalnızca ve yalnızca mumbar dolmasıdır. “Mumbar dolması uğruna burada kalamazsın!” diretmesinin olduğu yerde vahşet boy gösterir. Medenî insan refah düzeyinin peşinde seğirten bir atmaca değildir. 

İkinci husus, bu anlatının sahiplerinin Türkiye’nin gerçeklerine siyaseten kör oldukları gerçeğiyle alakalıdır. Çoğu zaman gecekondu çocuklarına “Yüksel ki yerin bu yer değildir!” nutukları çeken, sınıflar arası geçişliliğin neşeli türküsünü çığıranlara benzerler. Kendi ayrıcalıklarına hipermetrop, başkalarının dezavantajlarına miyopturlar. Marketlerde her birinin üstüne alarm takılmış kaşar peynirleri arasından en ucuzunu seçmeye çalışan insanlara Ankara Sözleşmesi’yle İngiltere’ye gelip iş kurmalarını önerirler. İstanbul’dan Tekirdağ’a otobüs bileti almaya elleri gitmeyenlere Amerika’ya gelmelerini – nasılsa, en kötü ihtimalle, dört-beş ay parasız geçirdikten sonra bir iş bulacaklardır. Damdan düşenin hâli kıssası kendini tekrar eder durur. 

Üçüncüsü, Fikret ne burada yaşamak ne burada ölmek isteyişine karşı burada yaşadı ve burada öldü. Malum a, Yeni Zelanda’ya gitmek nasip olmadı. Fakat birkaç şeyi görmek nasip oldu: Onca sızlandığı istibdadın yıkıldığını gördü, içine kapanıp bir parça huzur bulabileceği bir Aşiyan bulduğunu da gördü. Şüphe yok, bu da tekrarlanacaktır. İster Fikret gibi “Burası değil!” diye omuz silkelim, ister bir sebepten ötürü “Burası!” diyelim – bir istibdadın yıkıldığını görmek ve kendi Aşiyan’ımızı bulmak bizim de tanıklık edeceğimiz şeylerdir. Elverir ki içimizde belirmiş olan şu hırçınlığı birbirimize karşı kuşanmış olmayalım. Zira ne gidenlerin kalanlara acımaya ve ne kalanların gidenleri suçlamaya hakkı vardır. Bu cennet bizim ve bu cehennem bizimdir.

Doğukan Oruç

Doğukan Oruç

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.