Bugünlerden Geriye Ortak Acımız, Dayanışmamız ve Hafızamız Kalır

Gündemimiz her gün değişiyor. Bir haberden diğerine soluksuz koşuyoruz. Zamanın bu öğütücü hızı, önümüze düşen imgeleri ve haberleri birbirinin benzeri anlamlara dönüştürüyor. Birkaçına daha fazla ah vah ediyoruz. Bazıları için ağlıyoruz. Çok ağlıyoruz. Doksan dokuz yılında, Gebze’de ağlayan insan imgeleri var gözümün önünde, o zamanki evimizin karşı bahçesinde. Çok geçmiyor, sokakta ağlayan insanları Van’da görüyorum. Bir farkla, Van’daki insanlar sokaktalar ve hava çok soğuk. Ağlıyorum haliyle. Bir daha olmaz umarım diyorum, Elâzığ depremiyle sarsılıyorum. Nedir bu ülkenin doğusunun çektiği diyorum, İzmir’de yıkımla birlikte yok olup giden hayatlar için ağlamaya başlıyorum. Artık bunu aşamam, unutamam, unutursam kalbim kurusun diyorum ama unutuyorum. Ben unutmuşken, bir sabah annemlere ulaşamamanın yarattığı kalp sıkışması tekrar hatırlatıyor: Bu sefer Hatay mı? Nasıl, sadece Hatay değil mi? On bir şehir birden mi?

Şimdi, en az yıkılıp yok olan şehirler ve hayatlar kadar bizim toplumsal hafızamız üzerine konuşuyoruz çünkü korkuyoruz. Unutulmaz dediğimiz öyle çok acıyı unuttuk ki. Birer kayıp imgeye dönüştü acının özneleri. Ben çok korkuyorum sevgili okuyucu. Ya bir babanın altı çocuğunun cesedini kendi elleriyle çıkarıp gömdüğünü unutursak? Ya enkazın altında soğuktan donarak ölenleri ve o enkazların altındaki yakınlarını beklerken dışarıda titreyerek ölenleri? Enkazların altındaki yakınlarına ulaşmak için kendi parasıyla bile vinç bulamayan insanların ağıtlarını? Cesetler günlerce Antakya sokaklarında bekletilmek zorunda kaldığı için şehrin ölüm koktuğunu? Daha depremin üzerinden kırk sekiz saat geçmemişken, kalanları da delirtmek istercesine okunan selaları? Canını zor kurtarmış olanlara bir suyun, bir çorbanın çok görüldüğü o anları? Ambulansların ve yardım araçlarının yollarını tıkamak pahasına deprem bölgesine gidip şovenizmine devam edenleri? Ve “hala çadır yok” isyanlarını? Sayamadığım binlerce acıyı ve ihmali unutursak diye dövünüp duruyorum. “Yok canım sen de, bunları da unutmayız artık” dediğini duyar gibi oluyorum sevgili okuyucu. Ama sana kötü bir haberim var: Türkiye halkları toplumsal hafıza dersinden çok kez sınıfta kaldı. Ben bu sefer dersimi iyice anlamak istiyorum. Son çıkıştayız, bu sefer olmaz. Bu kez unutamayız. İşte tam da bu hatırlama zorunluluğuyla, toplumsal hafıza nedir? Nasıl inşa edilir? Bunca yangının arasında toplumsal hafızayı ivedilikle anlamak neden bu kadar elzemdir? Bana ortak ol, gel birlikte bakalım sevgili okuyucu.

Toplumsal hafıza kavramı üzerinde büyük etkisi olan Fransız sosyolog Maurice Halbwachs, toplumsal hafızayı: “Grup kimlikleri tarafından yapılandırılmış olan belleğin, bireylerin çocuklukları, komşuluk ve ortak ilişkileri, ortak politik veya ticari yaşamları, yani muhtemel belli kesişme noktaları olan kişilerin oluşturdukları bir bellek (Collective Memory, 1992)” olarak tanımlar. Halbwachs’a göre, algılar ne kadar kişisel olursa olsun, anılar toplumsal değerler dâhilinde hatırlanabilmektedir ve kişi toplumsal unsurlardan çıkardığı detaylarla bireysel hafızasını kurmaktadır. (Çeviker, 2009) Bu teoriyi destekleyen biçimde, Olick (Olick, 2014) toplumsal deneyim olmadan bireysel bellek olmadığı gibi, bireylerin toplumsal yasama katılmadığı koşullarda kolektif bellek de yoktur, der. Bu tanımlardan da rahatlıkla anlayacağımız üzere sevgili okuyucu; bellek, bizim hem bireysel hem toplumsal kimliğimizi kurar. Yani, kimliğin tanımlayıcısı bellektir. Bellek, kör ve unutkan “şimdinin” geçmişle bağlantısını bilinçli olarak zihnimizde saklayabilme gücüdür. Ancak yaşanan her olay, herkeste ayni etkiyi yaratmaz. Tam da bu noktada, birbirine zıt olan “Hatırlama” ve “Unutma”  kültürü, toplumların temeli olarak ortaya çıkar. Yani, toplumsal hafızanın ana kaynağı olan “hatırlama” bir tercih ve bir inşa surecidir. Peki, hatırlama kültürünü benimsemek ve toplumsal hafızayı güçlendirmek neden gereklidir?

Sevgili okuyucu, bellek geçmişle günümüz ve hatta geleceğimiz arasında bir köprü kurar. Ortak kültürümüz, toplumsal bellek aracılığıyla geleceğe hem aktarılır hem de korunur. Bunun yani sıra, toplumsal bellek bizi zorunlu bir yüzleşmenin sınırlarında gezdirir. Bu zorunlu bir yüzleşmedir çünkü yüzleşmemiş olduğumuz toplumsal hatalarımız ve acılarımız, bizi yazının ilk paragrafında bahsi gecen deprem tarihimiz gibi, sürekli tekrar eden yas dolu bir tarihe götürür. Unutma kültürünün bir çıktısı olarak bastırdığımız anılar ve yüzleşmediğimiz hatalar bizi kurar, ancak eksik ve sorunlu olarak. Toplumsal tarihimizin, sürekli benzer hatalar ve acılarla tekrar eden bir formdan ibaret olmaması için “hatırlama” yoluyla toplumsal hafızamızı güçlendirmek birincil önceliğimiz olmalıdır. Peki, toplumsal hafızayı inşa etmek ve korumak bahsettiğim kadar kolay mi sevgili okuyucu?

Elbette kolay değil. En büyük zorluk iktidar olanın müdahalesi ile mücadele etmektir. Tarihin bize birçok kez gösterdiği üzere, hatırlama pratikleri gücü elinde bulunduran erkin sıklıkla müdahalesine maruz kalır. İktidar, özellikle ana akım medya aracılığıyla nesnel gerçeklikten kopuk yeni bir hatırlama/hatırlatma ya da “hafızasız bırakma” dinamiği kurar. Böylece, geçmişi oluşturan olaylar unutturulmaya ve hatta yok sayılmaya çalışılır. Bunun çok tipik bir örneğini cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gecen gün yaptığı konuşmada görebiliriz: “ Bu çapta bir felakette dünyada örneği olmayan bir şekilde depremin 10. gününde arama kurtarma çalışmalarının çoğunu tamamlamayı başardık”. Depremin üzerinden bir ay geçmiş, insanlar yakınlarının parçalanmış bedenlerini moloz yığınları arasından almaya çalışırken söylenen bu cümle yeni bir hatırlatma biçiminin en tipik örneklerinden biridir. Bu baskı mekanizması aracılığıyla nesnel gerçekliğin manipüle edilmesine ancak toplumsal hafızamızın gücüyle direnebiliriz. En önemli sorunu duyuyorum sevgili okuyucu: Toplumsal hafızamızı nasıl inşa edeceğiz?

Bu her şeyden önce bir niyet meselesi. Biz neyi, nasıl kurmak istiyoruz? Önce buna karar vermemiz gerekiyor. Yas; belleğin en öncül koşuluyken, can havliyle bütün bu acılardan kaçmayı mı seçeceğiz? Hatırlamanın elbette ağır bir yükü var. Ancak hatırlamak demek, geçmişin peşine düşmek demek. Geçmişin peşini bırakmamaksa, adaleti her daim talep eden ortak bir ses demek. Bizi iyileştirecek olan yegâne şey adalettir. Eşit ve adil bir toplumu bize çok görenlerin hesap verdiğini görmek en öncelikli amacımızdır. Ancak bu yeter mi sevgili okuyucu? Biz bunca acıdan sonra, sadece başımızdaki erkin değişmesine şükredebilir miyiz? Bu soruya, çok sevdiğim bir filmin simgeleşmiş cümleleriyle cevap vermeye çalışayım: “Biz sadece ekmek isteyemeyiz. Biz ekmek de istiyoruz gülleri de. Güzel olan her şeyi istiyoruz”.

Sevgilin okuyucu, sandığımızdan çok daha önemli bir yol ayrımındayız. Yıllardır yaptığımız bir hatayı sürdürerek, değişen –muhtemel- iktidar öznelerine bütün umudumuzu bağlayıp, seçimden seÇime oy vererek bir mucize mi bekleyeceğiz? Yoksa radikal ve esas dönüştürücü olanı talep edip, gerçek bir demokrasinin aktif katılımcı özneleri olmanın verdiği sorumlulukla, içinde bulunduğumuz çaresizliği ve küçük düşürülmüşlüğü tarihimizin sonuna kadar tersine mi çevireceğiz?


  1. Atik, A., & Erdogan, Ş. (2014). Toplumsal Bellek ve Medya. Atatürk İletişim Dergisi, 1-16.
  2. Çeviker, L. (2009). Şiddet ve Toplumsal Hafıza.
  3. Collective Memory. (1992). In L. A. Coser, Maurice Halbwachs on Collective Memory. The University of Chicago Press.
  4. Olick, J. K. (2014). Kolektif Bellek: İki Farklı Kültür. Moment Dergi.
Gamze Büyüktelli

Gamze Büyüktelli

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.