Geçen yazıyı Ağva’dan yazdığım gibi bu ayki yazıyı da fahri memleketim, ikinci yuvam İzmir’den yazıyorum. Yaz aylarında üzerinde adeta üzerimize fön çeken hava koşullarını saymazsak gözümüzle gördüğümüz manzara harika. Gün harika doğuyor, harika batıyor. Uzakların güzelliği, daha da güzel geliyor. İzmir’de güneşi ve üç beş metreden daha uzakları görmek daha kolay olduğu için buralarda olmak zamanı en azından birkaç on yıl daha geride yaşıyormuşuz gibi hissettiriyor. Ancak, gelin görün ki memleketimizde yaşadığımız olaylar, karşılaştığımız sosyal manzaralar ve bitmek tükenmek bilmeden itirazsızlığımız bizi her geçen gün daha dar bir alanda yaşamaya hapsediyor. Güneşin de yazın da tadını çıkarmak imkânsız. Aklımızda hep düşünceler…
Geçtiğimiz yaz, sistematik bir alışkanlık haline gelen yasaklar ve festival iptalleri ne yazık ki bu yazın da gündemi. Üstelik bu sistematik alışkanlık, yalnızca iktidarın değil bu yasaklara karşı gerekli reaksiyonu gösteremeyen halkın ve halkın itiraz hakkına oy oranlarından aldığını zannettiği güçle ipotek koymaya çalışan muhalefetin eğilimlerine de sirayet etti. En son geçtiğimiz günlerde yasaklar yoluyla bezdirilen Nilüfer Müzik Festivali, Cumhuriyet Halk Partisi’nin yönettiği Nilüfer Belediyesi tarafından düzenlendiği halde yine muhalefet tarafından yeterince savunulamayan bir “hak” olarak sessizce iptal edildi. Sessizlik dersem haksızlık olabilir, birkaç cılız tepki ve birbirinin kopyası yüzlerce tweet gördüğümüzü inkâr edemeyiz.
Bugünlerde, Türkiye’de gazete okurken ekonomiden, siyasetten, gündemin yoruculuğundan kalan kısa zamanlarda nefes almak isteyen insanlar için kültür sayfaları bir kaçış alanıdır. Bu sayfada da politik, ekonomik ve sosyal unsurlar vardır ama bunlar edebiyatla, müzikle, sinema ile, sergilerle yurttaşlara anlatılmıştır. Bu sayfalar, bu anlatıları ve eserleri yakından inceleyip tartışma yeridir. Bunun için sanatın nefesinin kesilmemesi ve insanların özgür, kamusal bir kültür-sanat alanına sahip olması önemlidir. Ancak, bu takdir edersiniz ki bütünüyle özgür olması istenilen ya da daha absürt bir varsayım ile iktidar ya da sermaye tarafından bahşedilen bir alan olmayacak. Bu alanda özgürlüğümüzü ve demokratik paylaşım kültürümüzü inşa etmek, ancak kendi irademizle elde edebileceğimiz bir hak.
Türkiye’de insanlar, kamusal alandaki haklarını kullanmak için kendilerine yoldaş olarak gördükleri sanata pek çok alanda sahip çıktılar. Çünkü bu memlekette farklı kuşakları büyüten, buluşturan, bir araya getiren eserlerin önemli bir kısmını bu memleketin sanatçıları ortaya çıkardı. Bu yüzden Gezi Parkı’ndaki ağır polis müdahalesinin ve halkın maruz kaldığı ağır hakaretlerin hepsi bir kenara not edildi ve birkaç ay içinde şarkılarda, şiirlerde, tiyatro oyunlarında karşılık buldu. Halkın önemli bir çoğunluğu, yaşamının sanat yoluyla mükemmel biçimlerde ifade edildiğini gözlemledikçe şairi, yönetmeni, müzisyeni de her zaman arkadaşı, büyüğü gibi gördü. Yeri geldiğinde onlara sahip çıkmasını, en azından onlarla duygudaşlık kurmasını bildi.
Bugün, Türkiye’de gerçekleri görmezden gelmeyen her türlü gazete, televizyon veya dijital basın organlarındaki kültür haberleri arasında önemli oranda yasak, sansür ve iptal haberi ile karşılaşıyoruz. Son birkaç yılda, özellikle döviz şoklarının ardından eski, büyük prodüksiyonlu ve önemli yabancı grupların geldiği festivallere hayıflanırken bugünlerde artık kendi mahallemizdeki yerli müzisyenlerin, yine bizim şehrimizdeki sahnelerde müzik icra etmesinin de şimdiye kadar bildiğimizden çok daha kıymetli bir hak olduğunu idrak ediyoruz. Yaşadığımız bu gündemler, Marmara Üniversitesi’ndeki Müzik Sosyolojisi dersinde kitabını okuduğum, Onur Güneş Ayas hocamızın “Müziği Boğan Gürültü” kitabının adını farklı bir bağlamda yeniden hatırlatıyor. Türkiye’deki kaos ortamı, kutuplaşma ve gürültüler bütünü, sanatı bu ortamın gölgesi altında tutmaya çalışıyor. Bu, uzun vadede hepimizin ruh halini daha da olumsuz etkilemeye devam edecek.
Dediğimiz gibi, bu hak bize iktidar tarafından bahşedilmeyecek. Çünkü, sanatın özgür olduğu yerde en çok iktidarların ve mevcut iktidarların var olmasına alan açan baskı gruplarının ve sermaye güçlerinin değer yargıları sarsılır. Türkiye’de konser yasaklarına, festival iptallerine, sansüre, kadın sanatçıların giyimlerine ve danslarına yönelik sistematik biçimde uygulanan baskılar karşısında gösterebileceğimiz duruş, Anayasal haklarımız çerçevesinde seçimleri beklemekten, “getirin sandığı” demekten çok daha fazlasını gerektiriyor. Bunun ötesinde bir tepki biçimi varsayıldığında iktidar kadar muhalefet de konuyu bir anda en radikal biçimde algılayabiliyor. Herkesin dizi titriyor. Ancak, biz bugün anayasal haklarımız çerçevesinde sokakta tepkimizi dile getirmekten veya bir çift soru sormaktan, itiraz etmekten mahkûm hale gelirsek iktidarların kendi çevrelerinde olmasını ve destekçisi olarak görmesini dilediği, geniş halk kesiminden hiç de büyük olmayan baskı gruplarının radikal taleplerine ve bunun sonucunda ortaya çıkan yasaklara, iptallere ve kültürel çoraklaşmaya maruz kalmaya devam ederiz. Halbuki bizim sesimiz iktidarlardan da muhalefetlerden de daha gür.
arete’de yazıları, duruma uygun şarkı sözleriyle bitirme alışkanlığım var. Bu sefer derin hayranlık beslediğim, Büyük Usta Bülent Ortaçgil’den dinliyoruz:
“Bu iş çok zor Yonca
Çünkü insanlar yıllar boyunca
Hiç soru sormadan durur”
Editör notu: Yazı görseli Beşiktaş sokaklarında flanörlük yapan Erkin Can Seyhan (@canfailun) tarafından çekilmiştir.