Biz Zaten Yokmuşuz

Sıradan bir Antakyalı kendi mahallesinden veya kentinden bahsederken kalbinin en derin köşesine kadar hissettiği bir aidiyet duygusu vardır. Bu aidiyet duygusunu çevremdeki diğer insanlara anlatabilmek benim için oldukça güç. Antakya’daki bir arada yaşama kültürünün nasıl şekillendiğini ifade edebilmek ise mümkün değil. Özellikle Antakya’nın eski mahallelerinin mukimleri için farklı dinlerden, mezheplerden veya kimliklerden komşulara, arkadaşlara ve dostlara sahip olmak doğumla beraber kazanılmış bir yaşam biçimiydi. Ama hayat eskisi gibi devam etmiyor birçok Antakyalı için. Antakyalılar nefes almaya, yemek yemeye, şarkılar söylemeye, geçmiş güzel günleri yad etmeye, Antakya’nın görkemli geleceğinin hayallerini kurmaya devam ediyorlar. Bu ruh hali, çoğumuzun gündelik hayatını sürdürmesini sağlayan bir araç haline gelmiş vaziyette. İnsanları hayata bağlayan hisleri ve gelecek beklentileridir. Çoğu Antakyalı, yaşadıkları onca yıkım ve ölümden sonra, sadece şehrin yeniden abat olduğunu görünce huzura erecek. Kentin harabeleri içerisinde Feyruz dinleyen insanlar sadece geçmişlerini özlemekle kalmıyor aynı zamanda Antakya’nın ilerleyen yıllarda Beyrut’a dönüşmemesi için dualar da ediyor. Hıdır Türbesi’ne giden Antakyalılar, kentin tarihiyle özdeşleşen bu evliya ile gönüllerinden geçen tek bir isteği paylaşıyor: Antakya’yı ayağa kaldırabilelim.

Feyruz’un Lübnan İç Savaşı esnasında Beyrut’a yazdığı Le Beirut isimli şarkıyı bilir misiniz? Çok derin bir hasret, bir şehrin ve halkın bitmeyen çilesi, bir arada yaşama kültürüne yönelik özlem nasıl bu kadar yalın bir şekilde anlatılabilir? Feyruz yaseminler kokan kentinden geriye kalanlar için ağıt yakıyordu. Antakyalılar ise şu anda ölüm ve yalnızlık kokan bir kentte tekrar defne ve zeytin ağaçlarının çiçek açmasını bekliyorlar. Portakal kokan kentimizin sokaklarında tekrar özgürce yürüyebilmek için gün sayıyorlar. Bizim neye ihtiyacımız var biliyor musunuz? Antakya’nın eski sokaklarında yürürken bahar ayında yükselen portakal kokularını ciğerimizin en ücra köşelerine kadar çekmeye, sevdiklerini korumak ve üzerindeki nazarı almak isteyen bir teyzenin yaktığı bahura, eski Antakya evlerinin muhteşem kapılarına, görkemli taş binalarına, kentten yükselen çan sesleriyle ezanın birbirine karışmasına vb. kısacası bizim kimliğimizi şekillendiren ve yuva hissini yaşatan biricik kentimize çektiğimiz bu hasretin bitmesine ihtiyacımız var.

“Selam sana yüreğimin derinliklerinden ey Beyrut!
Kabul edin bu selamımı,
Ey denizler, evler ve eski denizlerin yeni yüzü çöller…
O ki benim halkımın hamurundan yoğrulmuştur, ekmeğim, içkim, yaseminim…
Ateşin ve dumanın tadı nasıl oldu?

Beyrut! seni terk eden delidir,
Ey Beyrut!
El üstünde tutulacak şehirsin sen
Ey Beyrut!
Kapısını kapattı Beyrut;
Kendisini sabah akşam el üstünde tutacak
ve güzel günlere taşıyacak insanlara
Sonra bir başına kaldı sabah akşam
ve gecelerde…
Benimsin sen ey Beyrut!
Benimsin
Halkımın kanayan yarası,
Analarımın akan gözyaşısın.
Benimsin sen ey Beyrut!
Benimsin…”[1]

Resim-1: Feyruz Beyrut Limanı’nda

Kaynak: https://english.ahram.org.eg/NewsContent/32/99/393831/Folk/Special-Files/Beirut-and-Fairouz-A-path-of-gold-and-loss.aspx.

Eskiden Antakyalılar bu dizeleri her dinlediğinde vatanın ve güzel bir yuvanın kaybedilmesi karşısında Beyrutluların nasıl bir ızdırap içinde kıvrandığını hissederdi. Şimdi ise biz ızdıraplar içerisinde şehrimiz Beyrut ile aynı kaderi paylaşmasın çabalıyoruz. Bu nedenle bir Antakyalı için kendi kentinin ne kadar önemli olduğunu bir başka insanın kavrayabilmesi mümkün değil. Sahip olduğumuz her şeyi bu kente borçluyken, ruhumuz ve alışkanlıklarımız bu kadar derin bir şekilde Antakya ile yoğrulmuşken gördüklerimiz, dinlediklerimiz ve seyrettiklerimiz karşısında ne düşünmemizi beklersiniz? Zeytinliklere ve defne ağaçlarının kök saldığı o uçsuz bucaksız yeşilliklere dökülen her bir moloz ve asbest yığını bizim evimizin yağmalanması anlamına gelmektedir. Kuş cennetine dökülen molozları görünce anladık ki ne Antakya’nın insanlarına ne de Antakya’da yaşayan herhangi bir canlıya saygı besleyen yokmuş meğer. Antakya ve Antakyalılar değer görmediklerini çok derinden hissederlerdi. Ancak ilk kez değer görmediğimizi açık bir şekilde idrak ettik.

Resim-2: Antakya’daki kimsesizler mezarlığı

Kaynak: https://www.hurriyet.com.tr/gundem/hatayda-deprem-mezarliginda-numarali-defin-42217848.

Yukarıda gördüğünüz bu mezarlık, Antakya’daki depremden sonra kimlikleri tespit edilemeyen yurttaşların defnedildiği kimsesizler mezarlığı. Yazmak benim için ne kadar büyük bir işkence tahmin edemezsiniz. Bu insanların 6 Şubat’a kadar her şeyleri vardı. Çatısı altına sığındıkları bir ev, sevgileriyle ısındıkları bir aile, işleri, kıyafetleri, yiyecekleri… Şimdi ise bir isimleri bile yok. Benim hala ulaşamadığım, haber alamadığım, akıbetlerinin ne olduğunu bilmediğim insanlar var. Belki de o insanların bir kısmı çoktan kimsesizler mezarlığındaki bir sayı haline gelmiş durumdalar. Türkiye’de nefes alan veya hayatını kaybeden insanların ne toplum ne de devlet nezdinde bir önemi zaten yoktu. Bu ülkenin yurttaşlarının çok uzun zamandır yapmakla yükümlü olduğu birkaç şey vardır sadece: askere gitmek, vergilerini ve faturalarını zamanında ödemek, kokocu Kürşat gibilerin zevküsefa içerisinde yaşamasını temin edebilmek. Ama bir kentin tüm sakinleriyle birlikte yeryüzünden silinmeye terk edilmesinin açıklanabilecek tarafı bulunmuyor. Bu kent benim evimdi, ömrüm boyunca yuvam diyebildiğim tek yerdi, çocukluk anılarımın geçtiği masal ülkemdi, tüm insanları önyargı beslemeksizin sevmeyi öğrendiğim yeryüzündeki cennetimdi.

Antakyalılara yönelik bu düşmanlığın sebebini anlayamıyorum. Bu düşmanlık ile çoğu insan 6 Şubat Depremi’nden sonra yüzleşmiş olabilir. Ancak son yıllarda gerek bireysel gerekse toplu şiddet olaylarında veya işkence altında hayatını kaybeden yurttaşların isimlerini hatırlarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Onur Yaser Can, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz ve Ahmet Atakan hayatlarının baharındayken bu ülkedeki nefretin kurbanı oldular. Şimdi ise Antakya’yı geçmişinden en ufak bir iz kalmayacak şekilde yok etmek ve ateşlere atmak istiyorlar. “Ama bu kent nasıl bir mozaik böyle. Hep onun şiirsel tarafı üzerinde duruyoruz. Hayır! Orada her dinden, her mezhepten, hele içimizdekilerden öyle bir karışık homojen ki… Kardeşlerim buna bir felaket dedi, ben de rahmet diyorum. Niye biliyor musunuz? Bir arabacı atını sürerken at biraz yorulunca kırbaç vurur ona. İşte bu millete 11 vilayet şahsında, 85 milyona bir kırbaç Allah’tan…”[2] bu sözleri bana izah edebilir misiniz? On binlerce Antakyalının ölümüne rahmet diyen bu adamın bedeninde somutlaşan bir zihniyet tarafından Antakya’nın yeniden inşa edilebileceğine inanmıyorum. Hâkim bey bizim kalemimizi çoktan kırmış ve hakkımızdaki idam hükmü ise kendi kanımızla yazılmış meğerse. Artık daha iyi görüyorum.

Antakya’ya, bizim bildiğimiz ve özlemini çektiğimiz o sıcak, herkese kucak açan, insanlar arasındaki suni farkların hiçbirini göremeyeceğiniz ve hissedemeyeceğiniz o yeryüzünü cennetine kavuşamama ihtimali bile beni korkutuyor. Antakya’yı daha önce terk etmek zorunda kalan hemşehrilerimin büyük bir çoğunluğu, daha sonra geri dönebilmek ümidiyle yollara düşen insanlardı. Ama hiçbiri geri dönemedi. Ben geri döneceğimize, Doğu’nun Kraliçesi olarak anılan o muhteşem kentin tekrar ayağa kalkacağına ve hatta benim gibi yolunu kaybetmiş çocuklarının ellerinden tutacağına inanmak istiyorum. Antakya’ya beslediğimiz aidiyet hissi, bizi hala ayakta tutuyor. Nefret ya da intikam duygularından azade bir şekilde hepimize bir yuva olan ve anne şefkatiyle elimizden tutan kentimizin yine ışıl ışıl parladığını görmek istiyoruz. Sevmekten ve ait olmaktan zerre kadar anlamayan kimselerde intikam almak beyhude bir çabadır. Onun yerine Antakya ve Antakyalılar için neler yapabiliriz sorusuna cevap aramak çok daha anlamlıdır. Son olarak Antakya’daki Ortodoks kardeşlerimin de sıkça atıf yaptığı Luka İncili’ndeki sözleri size hatırlatmak isterim: “…Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin…”[3]


[1] Hande Çiğdemoğlu, “Feyruz’un bitmeyen ağıdı Le Beyrut”, Birgün, 09/08/2020, https://www.birgun.net/makale/feyruz-un-bitmeyen-agidi-le-beyrut-311289 (Erişim Tarihi: 26/04/2023).

[2] Bianet, “”Felaket değil rahmet, bu millete Allah’tan bir kırbaç”, 16 Nisan 2023, https://m.bianet.org/bianet/siyaset/277345-felaket-degil-rahmet-bu-millete-allah-tan-bir-kirbac  (Erişim Tarihi: 26/04/2023).

[3] https://kutsalkitap.info.tr/?q=mat%205:%2043-48 (Erişim Tarihi: 26/04/2023).

Gizem Magemizoğlu

Gizem Magemizoğlu

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.