Eğer Hollanda, İngiltere veya Venedik gibi gelişimini denize borçlu medeniyetlerden birinden değilse doğaya ilişkin ulusal anlatıda deniz, çoğu zaman kendi başına bir mekan olmak yerine karanın bir uzantısıdır. Lévi-Strauss’un deyimiyle deniz, “baskıcı bir monotonluk ve düzlük”ten ibarettir (1973, s. 338-39); kara içindir ve karadakiler için vardır. Bu anlatı, elbette uzun yıllardan beri varsayılan insan ve doğa ayrımının bir parçası. Evrimin insanlar ile insan olmayanlar arasındaki yakın ilişkiye dair sunduğu kanıtlara rağmen, çoğu zaman hala insan doğanın üstünde bir varlık olarak görülmeye, deniz ise, Bowring, Vance ve Abbott’ın yazdığı gibi, mekanik ve rasyonel bir mühendislik perspektifiyle karanın hükmü altına alınması gereken tehlikeli bir boşluk olarak görülmeye devam ediliyor (2019, s. 21). Bu anlatı, insan ve insan olmayanlar arasında bir tahakküm ilişkisi kurmakla kalmıyor; dezavantajlı grupların, çevresi ile bir diyalog kurmasına engel olarak çevresel adaletsizliği kesişimsel biçimde etnik ve sınıfsal anlamda da pekiştiren bir eşitsizliğe dönüştürüyor. Bu yazıda, Marmara Denizi’ne ve kirliliğine ilişkin algıyı kısa bir resmi söylem analizi üzerinden tartışmak istiyorum.
Marmara Belediyeler Birliği 2012, 2016 ve 2017’de Marmara Denizi üzerine üç ayrı sempozyum düzenledi. Bu birlik, 1975’te Marmara Denizi’ndeki kirliliğe karşı önlem almak üzere denizi çevreleyen 45 ayrı belediyeden oluşturulmuştu. 2016 ve 2017’de düzenlenen sempozyumlarda müsteşarların ve belediye başkanlarının yaptıkları konuşmaları inceledim. Dikkatimi çeken temalardan biri, denizin değerinin karanın endüstriyel önemi üzerinden biçilmesi oldu. Marmara Bölgesi’nin ülkenin kalkınmasında bir lokomotif görevi gördüğü sıkça tekrarlanıyor ve “denizi neden korumalıyız?” sorusunun cevabı çoğu zaman bu benzetme üzerinden veriliyor. Halihazırda endüstriyel atıkların denizi kirletmekte olduğu gerçeği yanında, denizin varoluş amacını insanın ve kapitalist üretim biçiminin sürdürülmesine indirgemek demek bu bir anlamda. Denizi bir mekan ya da bir aktör olarak görmeyi reddetmek, içinde yaşayan veya bulunan canlı-cansız her varlığın değerinin de insanın faydacılığı üzerinden biçilmesi ve bir mülkiyet ilişkisi çerçevesinde algılanması anlamına geliyor.
İkinci olarak, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı müsteşarı Mustafa Öztürk’ün Haliç’in temizlenme sürecini anlattığı satırlarda yaptığı şu benzetme dikkatimi çekti: “Nasıl Fatih İstanbul’u gemileri karadan kaydırarak fethettiyse, 3,5 kilometre uzağa çamur pompaları konumlandırılarak Haliç’in çamuru tarandı” (2016, s. 28). Bu iki durumdaki teknik zorluğu benzetmesi ilginç olmakla birlikte, iki örnekteki motivasyonu da benzer bulduğunu söyleyebiliriz. Yani, bir şehri ele geçirmek ile denizi kirinden arındırarak yeniden bizim yapmak arasındaki ilişki. Bu anlamda deniz, resmi söylemde sadece doğanın bir parçası değil, aynı zamanda aidiyet oluşturduğumuz ulusal bir değer. Onu temizlemek ise (sanki kirleten biz değilmişiz, kiri bize ait değilmiş gibi!), yeniden fethetmek ve bizim yapmak anlamına geliyor.
Buna ek olarak, sempozyumlarda öne çıkan üçüncü bir nokta ise sanırım şaşırtıcı olmayacak bir şekilde dış mihraklar. Tuna Nehri’nin Avrupa şehirlerinden Marmara Denizi’ne akıttığı kirlilikten konuşmalarda sık sık bahsedilmiş. Artı olarak, yine Öztürk, Fransız bir şehir plancısının 1950’lerde Haliç’i ve İstanbul’u nasıl mahvettiğinden yakınıyor. İnsanın, çevresine karşı işlediği suçların uluslararası bir mesele olduğu ve uluslararası yöntemleri dahil ederek çözmesi gerektiği doğru. Öte yandan, bu söylemin kendi sorumluluklarımızı unutturma riskini göz ardı etmemek gerekir. Konuşmacılar kendi üstlerine düşeni nasıl yaptıklarını, 4-5 yıl sonra oluşacak müsilajdan habersiz biçimde, adeta seçim kampanyasındalarmış gibi bir reklam edasıyla anlatıyorlar. En çok övünüp gurur duydukları ve çevresel “yatırım” olarak adlandırdıkları şey, kurdukları arıtma tesisleri (sözgelimi 2016, s. 32). Fakat, Çevre Mühendisleri Odası’nın (ÇMO) raporuna göre geçen sene oluşan müsilajın iki temel sebebi vardı: 1- İklim değişimi. 2- İşe yaramayan arıtma tesisleri. ÇMO 2019 ve 2020’de atık suyun yaklaşık %70’inin sadece ön arıtmadan geçtiğini ve kirliliğin denizin derinliklerinde biriktiğini açıkladı (TMMOB, 2021, s. 2). Dolayısıyla, alındığı iddia edilen önlemlerin fazla bir işe yaramadığını görüyoruz. Hala İngiltere’nin çöplerini satın alan ve Adana yollarına, ormanlarına atan bir ülke olarak ülkemizdeki kirliliğin hesabını önce Avrupa’dan sormak ise biraz trajikomik hale geliyor.
Sonuç olarak şunu ısrarla belirtmek gerekiyor: İnsan ve insan emeği denizin üstünde değil, denizin bir parçasıdır. ‘Doğayı korumak’ söylemi bile insan ve insan olmayan arasında kurulmak istenen bir hiyerarşiye işaret eder. Evrende her şeyin her şeyle bir bakım ve sorumluluk ilişkisi içerisinde var olduğunu unutmamak; kavramlarımızı, çevremize ve kendimize bakışımızı, şeyleri konumlandırışımızı yenilemek; eşit ve adil bir dünyayı sadece insanlar için değil, sadece hayvanlar için de değil, deniz ve toprak da dahil her şey için yeniden tasavvur etmek gerek. Son olarak, elbette çevremizle ve birbirimizle kurduğumuz diyaloğun da bu tasavvurdan doğup büyümesini sağlamak gerek.
- Bowring, J., Vance, N., & Abbott, M. (2019). Architecture and design: Between seascape and landscape: experiencing the liminal zone of the coast. In M. Brown, & K. Peters, Living with the Sea: Knowledge, Awareness and Action (pp. 15-35). New York: Routledge.
- Levi-Strauss, C. (1973). Tristes Tropiques. London: Jonathan Cape
- Marmara Belediyeler Birliği. (2016). Yayınlar. Retrieved from Marmara Belediyeler Birliği: https://mbbkulturyayinlari.com/category/indirilebilir-icerikler/
- Marmara Belediyeler Birliği. (2017). Yayınlar. Retrieved from Marmara Belediyeler Birliği: https://mbbkulturyayinlari.com/category/indirilebilir-icerikler/
- TMMOB. (2021). Marmara Denizi Müsilaj Sorununun Sebepleri, Değerlendirmesi ve Çözüm Önerileri. İstanbul: TMMOB Çevre Mühendisleri Odası.