-Sevgili okuyucu, bu yazı Ankara’nın hapsedilmiş derelerine ithafen kaleme alınmıştır.
Üniversiteyi Ankara’da okumayacaktım, kararlıydım. Ne vardı ki Ankara’da? Ankara, gri bir bozkır kasabasından öte bir yer miydi? Suyu olmayan bir şehirde yaşayamazdım. Canım sıkılınca, daralınca kendimi atacağım bir su kenarı olmazsa ne yapardım? Haklıydım. Ankara’da deniz yoktu. Denizi geçtim şehrin içinden geçip giden bir akarsu bile yoktu. Anlaşılamazdı bu durum benim için. Bütün önemli ve büyük şehirler bir su kenarına kurulmamış mıydı? Tuna nehri, yamacına onca başkent sığdırmış, Paris Sen Nehri etrafına iyiden iyiye kurulmuş, Londra Thames Nehri’yle gövde gösterisi yaparken Ankara’da nasıl olur da suyun izine rastlanamazdı? Bu soruya geçen günlerde izlediğim bir belgesel film aracılığıyla yanıtlar buldum ve yine aynı ses yankılandı kulağımda: Hakikaten, yaşasın sinema! Bakamadığım ya da anlayamadığım neredeyse bütün meselelere dair sinema bir söz söylemiş oluyor ve ben her seferinde şaşırıp kalıyorum. İşte böyle bir şaşırıp kalma hali de Ankara’nın ölmüş/öldürülmüş derelerine ithafen çekilmiş “Asfaltın Altında Dereler Var” (Semiz, 2019) belgeselini izledikten sonra yaşandı. Öyle kapsamlı ve emek verilmiş bir belgesel ki, Ankara’nın dereleri üzerine yazılmış makalelerin birçoğuna referans olmuş durumda.
“Belgesel film” kavramının altını tamamıyla dolduran bu belgesel, filmleştireceği gerçeğin izini sürmüş, bilim insanlarıyla ve şehrin kâşifleriyle dört buçuk yıllık bir sürecin sonunda bu gerçeği, yaratıcı bir biçimde bize sunmuş. Filmin yönetmeni Yasin Semiz, görünmeyen bir şeyi tarif etmenin zorluğunu animasyonlarla aşmaya çalışmış. Bugün Ankara’nın pek çok asfaltını su görüntüleriyle değiştirmiş ve bambaşka bir kent görünümü ortaya çıkmış. Yönetmen, bir hakikat mücadelesinin peşine düşmüş esasen. Şimdi belgeselin derin anlatımıyla, hangi hakikat mücadelesinden bahsettiğimizi anlatayım.
Belgesel, su uzmanı Hasan Akyar’ın şu cümlesiyle başlıyor: “Evleri Ankara’nın batısında yani Çayyolu tarafında kalan ve iş yeri Çankaya, Dikimevi, Cebeci tarafında olan Ankaralılar her gün en az yirmi derenin üzerinden geçiyorlar ve bunu bilmiyorlar”. Nasıl yani? Yaklaşık iki yıl Etimesgut’ta yaşadım ve neredeyse her gün Çankaya taraflarına gittim. Neredeydi bu dereler? Belgesel boyunca bu dereleri artık göremeyeceğimiz anlatılıyordu çünkü bu derelerin birçoğu beton menfezlerin içine alınarak kanala dönüştürülmüş ve üzerine asfalt dökülerek “katlı kavşaklar” ya da “alt ve üst geçitler” yapılmış. Bu da yetmemiş, derelerin bir kısmı kapalı kanalizasyon hatları olarak kullanılmaya başlanmış. Birçoğunun ise üstü tamamıyla kapatılmış. Yani aslında Ankara da diğer büyük kentler gibi suyun etrafına kurulmuş bir şehir<imiş>. Hatip Çayı, Çubuk Çayı ve İncesu Deresi’nin arasında kurulmuş bu şehrin, kılcal damar benzeri birçok deresi bulunmaktaymış. Bugün bu derelerin varlığını ancak sokaklara verilen isimlerle hissedebiliyoruz. İncesu deresi, Kavaklıdere, Cevizlidere, Bülbül deresi, Dikmen deresi, Söğütözü deresi, Hoşdere, Kirazlıdere, Ayrancı deresi bunlardan bazıları. Ankara’nın asfaltlarının altında, akışlarının devam ettiği tahmin edilen yüzden fazla dere olduğu söyleniyor. Şimdi haklı bir sorun var değil mi sevgili okuyucu: Bu dereler neden asfaltın altında?
Konunun uzmanlarının üzerinde anlaştığı birkaç temel neden var. Bunlardan ilki; 1940’lı yıllarda derelerin temizliğinin iyi yapılamaması sonucunda sudan kaynaklanan salgın hastalıkların yayılmış olması. İkinci neden ise köyden kente göçün başladığı dönemlerde gecekondulaşma ile birlikte dere yataklarına ev yapılmaya başlanmış olması. (Aşırı yağmurlardan sonra dereler taşıyor, birçok insan can ve mal kaybına uğruyor. 1957 yılında Hatip çayının taşması sonucu yaklaşık iki yüz insan boğularak ölmesi trajik bir örnek. Suçlu olarak, taşıp duran dereler ilan ediliyor!). Üçüncü neden ise kapitalizmin, kentin kendisini bir meta haline getirmiş olmasıdır. Özellikle seksen sonrası neoliberal dönemle birlikte, büyük kentlerde sermayenin hıza dayalı artı değer üretme hırsıyla çok kısa sürede, doğa ve insan faktörleri hiçe sayılarak sıcak para akışının yolları aranıyor. Büyük ölçekli projeler ortaya koyuluyor. Bu projelerin önemlice bir kısmı ulaşım ve altyapı alanında kendini gösteriyor. Sermayenin bu ihtiyacı, denetimden ve bilimden uzak alt ve üst geçit projeleriyle, kavşaklı yollarla ve bu yolların etrafına yapılan yeni finans merkezleriyle gideriliyor. Sanırım Ankara ölçeğinde bunun en çarpıcı örneklerinden biri bugün “Söğütözü” olarak adlandırılan, içleri ofis dolu gökdelenlerin olduğu bölgedir. O bölge adını altından geçmekte olan Söğütözü Deresi’nden ve dereyle birlikte zamanında orada varlığını sürdüren söğüt ağaçlarından alıyor. Belgeselde bunun gibi çok örneğe yer veriliyor. Bu örnekler bize gösteriyor ki, Ankara’da bulunan birçok dere hala varlığını sürdürüyor. Üzerlerine inşa edilen yolların, metro duraklarının ve binaların altında nefes almaya çalışarak kendi dengesini yeniden bulmaya çalışıyor. Sevgili okuyucu, soruyorsun duyuyorum: Peki, çözüm nedir, ne olacak bu derelerin akıbeti? Ankara her daim altyapı problemleri olan, her şiddetli yağmurda sellere teslim olan bir şehir olarak mı kalacak?
Belgeselden anladıklarım ve üzerine yaptığım okumalar beni alınacak bir dizi radikal kararın eşiğine getirdi. Bugünün öznesi siyasallaşmış ancak radikal değişimleri asla tahayyül edemeyen bir öznedir biliyorum. Ancak hapsedilmiş bu derelerin akıbetini konuşacaksak radikal olanı konuşmak zorundayız. Tarihin bize söylediklerine kulak kabartmalıyız. 68 kuşağının Paris sokaklarında haykırdığı cümleyi dikkate almak iyi bir başlangıç olabilir: “Sous les pavés, la plage”. “Kaldırım taşlarının altında kumsal var”. O sokaklarda haykıran bir dizi insan kaldırım taşlarını sökerek bir şey anlatmak istediler: “Bu gri havanın nedeni bu beton yığınlarıdır. Yeşili, suyu ve hayvanları yer altına hapsederek yok eden bu anlayışı yerinden söküp atmalıyız”. Bu noktadan referansla konunun uzmanları bu derelerin tekrar gün yüzüne çıkmasının zorunlu olduğundan bahsediyor. Bu zorunluluk iki ana nedenden kaynaklanıyor. Birincisi, toprağın yağmur suyunu emme zorunluluğudur çünkü şiddetli yağışlar sonrasında su gidecek bir yer arıyor. Onca beton yığını içinde toprakla buluşmasının imkânsızlığından, bulabildiği her beton yığınında birikiyor, sele dönüşüyor. İkincisi ise bu derelerin etrafındaki ekosistemin korunması zorunluluğudur.
İnan sevgili okuyucu, derelerin gökyüzüyle buluşturulması düşündüğümüz kadar zor değil. Doğa, kent ve insan üçlüsünün bir arada yaşaması gerektiği inancıyla üretilen politikaların ciddiyetle planlanması, bu derelere yeniden ulaşmamızı sağlayabilir. Dünyanın Seul ve Madrid gibi iki büyük kentinde gökyüzüyle buluşturulan nehirlerin kaderi neden Ankara’nın dereleri için de söz konusu olmasın? Bütünlüklü bir mücadeleyle kurulacak daha adil bir dünyanın hayaline inanıyorsak, neden olmasın?
- Bulut, B. (2022, haziran 13). Başkentin 70 yıldır çözülmeyen sorunu: Ranta değil, derelere yol gösterin. Evrensel: https://www.evrensel.net/haber/463640/baskentin-70-yildir-cozulmeyen-sorunu-ranta-degil-derelere-yol-gosterin adresinden alındı
- Gündüz, A. (2020). Zamanın ve Mekanın Dönüşümü: David Harvery’nin Penceresinden Sermayenin Kentleşmesi. Uluslararası Beşeri ve Sosyal Bilimler İnceleme Dergisi, 50-65.
- Keleş, R., & Duru, B. (2008). Ankara’nın Ülke Kentleşmesindeki Etkilerine Tarihsel Bir Bakış. Mülkiye , 27-44.
- Sancar, A. (2022, Haziran 13). Ankara’da sel akıllara dereleri getirdi: ‘Eve dönerken en az otuzundan geçersiniz’. Diken: https://www.diken.com.tr/ankarada-sel-akillara-dereleri-getirdi-isten-eve-giderken-en-az-otuzunun-ustunden-gecersiniz/ adresinden alındı
- Yılmaz, M., & Yalçıner Ercoşkun, Ö. (2020). Ankara’da Ulaşım Sistemlerinin Altında Kalan Dereler: Bentderesi Örneği. IBAD Sosyal Bilimler Dergisi , 1-18.